(For selected articles translated in English language, click here)


"Yugoslavya yazıları" nedir? Buraya tıklayınız.



16 Aralık 2015 Çarşamba

AB ve BOSNA: YENİ SÖMÜRGECİLİK

25 Haziran 2011 - Cumartesi


Bir önceki “Yugoslavya Yazıları”nda Ratko Mladiç’in yakalanmasının Sırbistanlı siyasetçiler tarafından tarafından nasıl siyasî malzeme olarak kullanıldığını incelemiştik. O yazıda söz verdiğimiz gibi bugünkü Yugoslavya yazısında da AB siyasetinin Bosna siyasetini sorgulayacağız.

Batı’nın Bosna siyasetindeki yeri ve etkisi sadece son yaşanan 1992-1995 savaşıyla sınırlı değil. Batı’nın son iki yüzyıldır Balkanlar’da uyguladığı siyasetinin en temel ögesi Bosna olmuştur. Başta Avusturya-Macaristan olmak üzere, Batı ülkeleri Balkanlardaki etnik farklılıkları buradaki siyasî hakimiyetinin aracı olarak kullanmakta sakınca görmemiştir. Avusturya-Macaristan, imparatorluk içindeki Slav nüfusun fazlalığı ve bu durumun imparatorluk içinde sorun yaratacağı gerekçesiyle Slav nüfusu siyasî kamplara ayırmak için Güney Slavlar arasındaki etnik farklılıkları birbirine karşı kışkırtmıştı. Vatikan’a bağlı Katolik Hırvatlar’ın sorun çıkarmayacağı Habsburg yönetimince de biliniyordu. Şu durumda Ortodoks Sırp ve Müslüman Boşnaklar imparatorluk içinde sorun yaratılabilecek unsurlardı. İstanbul’daki Şeyh-ül İslam satın alınarak Boşnaklar da Avusturya-Macaristan’la uyumlu hale getirilmişti. Hatta öyle ki, Osmanlı ordusunda savaşmak istemedikleri için Osmanlı’ya karşı isyan eden Boşnaklar, Şeyh-ül İslam’ın fetvâsıyla kafir Habsburg ordusunda asker olmayı sindirebilmişti.

Bölgede farklı etnik grupların yüzyıllardır birbirleriyle savaştığı savı oryantalizmin bölgedeki söylemsel uzantısı “Balkanist” kurgunun bir masalından başka bir şey değildir. Elbette ki, hakimiyeti altındaki topraklarda alt sınıflara türlü eziyetler çektiren Osmanlı yönetimini burada Pax Ottomana yalanıyla kutsayacak değiliz. Fakat, etnik ve dinî farklılıkların Osmanlı siyaseti için belirleyici olmadığı biliniyor. Balkanist kurgu yüzyıllardır Balkan halkları arasında etnik bir savaşın devam ettiğini söyleyedurdusn, etnik grupların yaşanan savaşlara rağmen hâlâ iç içe yaşaması bu yalanın tescilidir. Eğer yüzlerce yıldır bu halklar birbirleriyle bu kadar kanlı bıçaklı idiyse, o halde şimdiye değin homojen bölgelerin çoktan oluşmuş olması gerekmez miydi?

Söz konusu homojen ulus-devlet sınırlarının oluşumu yakın tarihin bir ürünüdür. Yüzlerce yıllık bir sürecin sonucu değil. Nitekim, bölge halkları imparatorlukların yıkıldığı Birinci Paylaşım Savaşı sonucunda tarihe karışan üç imparatorluğun eksikliğini fırsat bilip kendi kaderlerini tayin hakkına ilk kez kavuştular ve Balkanist söylemin “birbirleriyle kanlı bıçaklı olduklarını” iddia ettiği Güney Slavlar fırsatı değerlendirerek kendi kaderlerini tayin hakkını bölünerek değil, birleşerek kullanmayı tercih ettiler. Yugoslavya böyle kuruldu. Faşizme karşı savaş sonunda kurulan Federatif Sosyalist Cumhuriyet ise bu kararın sınıfsal tercihini ortaya koyuyordu.

45 sene boyunca Batı, Yugoslavya’ya dokunamadı. Avrupa’nın üçüncü büyük ordusuna sahip olan Yugoslavya’ya askeri müdahale pek kolay olmazdı. Dahası, SSCB karşısındaki tutumu sayesinde Yugoslavya Batı için tercih edilebilir bir siyasî aktördü. Fakat SSCB’nin dağılmasıyla beaber Batı’nın özyönetim Yugoslavyası’na da ihtiyacı kalmadı.

Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlıklarının yıldırım hızıyla, uluslararası hukuka rağmen Batı ülkeleri tarafından tanınması Yugoslav iç savaşının belirleyici siyasî hareketlerinden biri olmuştur. Sırbistan’daki aşırı milliyetçi yönetimle baş başa kalmak istemeyen Bosna-Hersek’in bağımsızlık kararı almasını zorlayan bu süreç sonunda, bir anlamda Karadziç’in Bosna-Hersek parlamentosundaki konuşmasını haklı çıkarıyordu. Şöyle diyordu Karadziç: “Bu yaptığınız iyi değil. Bosna-Hersek’i götürmek istediğiniz Slovenya ve Hırvatistan’ın sürüklendiği acı ve cehennem yoludur. Zannetmeyin ki Bosna-Hersek’i cehenneme dönmesini ve Müslümanların yok olmasını engelleyebilcekseniz. Bu ülkede savaş çıkması halinde Müslümanlar kendilerini koruyamayacaklardır.” Bosna-Hersek’in bağımsızlık kararı almasıyla, Karadziç tehditlerinin gerçekçiliği için elinden geleni yaptı. En büyük avantajı ise sınırsız silah kaynağıydı. Batı, savaşın başından itibaren her iki tarafa da silah ambargosu uygulamıştı. Fakat Yugoslav Federal Ordusu’ndan kalan silahların hemen hemen tamamını ele geçiren, dahası ihtiyaç duydukları silahları Sırbistan’dan rahatlıkla temin eden  Sırp paramiliter güçler için silah ambargosonun hemen hemen hiç belirleyiciliği yoktu. Batı, açıkçası drama sadece seyirci kalmıyor, yaşanan vahşeti kendi eliyle kolaylaştırmış oluyordu. Hatta, Boşnakları silahsızlandırarak güvenliklerini garanti altına aldıkları bölgeleri silahlı Sırp paramiliter milislere bırakmakta sakınca görmüyordu. Srebrenitsa’daki soykırım bu alçaklığın bir eseridir. 500 yılın intikamını alabilmek için gözü dönmüş saldırganların kabul edilmesi imkansız da olsa bu vahşet için bir gerekçeleri vardı. Güvence altına aldıkları sivilleri bu saldırganlara bırakan Hollandalı komutanların bu davranışı ise en basit ifadesiyle alçaklık olarak tanımlanabilir.

Savaşın sonunu getiren Dayton Anlaşması ise barıştan daha çok savaşan tarafların siyasî sınırlarla bölünmesini getiriyordu. Tak parça bağımsız bir Bosna yerine, savaşan tarafları beirgin sınırlarla bölen, etnik nefretin bu anlamda sınırlarla yapısallaştırıldığı, siyasî yönden istikrarsız bir entite yaratıyordu.

Bosna’nın bu barışı ise 33 ülkeye ait 7000 kişilik EUFOR – AB Gücü’ne emanet. AB üyesi olmamasına akrşın Türkiye de bu güç içinde yer alıyor. “Yeni Osmanlı” sevdasındaki Türkiye bu emperyalist gücün içinde yer almaya o kadar hevesli ki, geçtiğimiz aylarda Almanya masrafları öne sürerek Alman askeri sayısını azaltmak isteyince Türkiye Alman askerleri yerine Türk askeri gönderebileceğini belirtti. Almanya da içmeye ayranı olmayan Türkiye’nin “tahteravalliyle gideceği sefer” karşısında geri adım attı. Bosna’nın ortasında yabancı unsurlara ait askeri gücün yanısıra, ülke siyasî olarak da aynı yabancı unsura bağımlı. Bosna’yı AB tarafından atanan “Yüksek Temsilci” yönetiyor diyebiliriz. Üstün yetkilerle donatılan Yüksek Temsilci cumhurbaşkanını değiştirme yetkisine bile sahip. Bu yapının sömürgeden ne farkı var?

Bosna’yı AB ülkelerinden gelen “yardımsever” STÖ’lerin çepeçevre sardıklarını belirtmemize de gerek yok sanırım.

Elbette ki sömürgeciler, askeri ve siyasî anlamda ellerine geçirdikleri ülkelerde komprador unsurlar da bulabiliyor. Adını koyalım: Her ülkenin burjuvazisi işgalci kuvvetlerle işbirliği yapmaya yatkındır. Bosna’da da farklı bir durum söz konusu değil. Savaştan bu yana Bosna siyasetinde milliyetçilik hâlâ belirleyici bir vektör. Bu anlamda sınıflar da henüz yerine oturmuş değil. Tek istisna burjuvazi. Bosna’da işçi sınıfı Bir Mayıs’ta eski alışkanlıklarını devam ettirerek bu günü piknik, eğlenme, tatil günü olarak kullanıyor. Ama Bosna’nın komprador burjuvazisi yerini bulmuş hatta yerini sağlamlaştırmış vaziyette. AB tarafından Bosna’ya dayatılan askeri, siyasî ve iktisadî işgal umurlarında değil. Anahtar kelime AB’ye üyelik. Slovenya yedi senedir AB üyesi. Hırvatistan Temmuz 2013’te tam üye olacak. Yakın zamanda Sırbistan’a da üyelik için tarih verilecek. Kosova, Makedonya ve Bosna ise AB için üyelik tarihi verilmemiş üç ülke. Şu rastlantıya bakın ki her üç ülkede de AB askeri gücü var! Her üç ülkede de iktidardakiler ve hatta muhaleffetekilerin anlaştığı en önemli konu AB üyeliği veya en azından mümkün olduğunca AB’ye yakın olmak. AB ise bu fırsatı çok iyi değerlendiriyor. Bölgedeki hakimiyeti zayıfladığı anda örneğin Schengen vizesindenmuaf tutma gibi siyasî manevralarla yerini yeniden sağlamlaştıryor. AB’nin bu “hediyeleri” ise işbirlikçi hükümetler tarfından havai fişek gösterileriyle kutlanıyor.


Hikâye çok mu tanıdık geldi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder