(For selected articles translated in English language, click here)


"Yugoslavya yazıları" nedir? Buraya tıklayınız.



16 Aralık 2015 Çarşamba

BOSNA’DA NATO OPERASYONU GECİKMİŞ MİYDİ?

(Yazının orijinali 2 Nisan 2011 tarihinde yayınlanmıştır)

NATO’nun Libya’ya karşı gerçekleştirdiği operasyonun bu kadar hızlı olmasının nedenlerinden birisi de, “Bosna’dan çıkarılan ders”miş. Bosna’ya daha erken müdahale edilseymiş, katliamların önüne geçilirmiş. Peki, Bosna’ya, daha doğrusu eski Yugoslavya’ya yapılan NATO müdahalesi gerçekten de gecikmiş bir müdahale miydi?

Emperyalizmin Libya’ya müdahale etmesi gündeme düştüğünden beri Bosna’ya yapılan NATO müdahalesi gazetelerin köşelerinde yeniden hatırlatıldı. Zaten, Libya’ya yapılan müdahalenin Balkanlar’daki işbirlikçi hükümetler tarafından desteklendiğini SoL Portal’da yazmıştık.[1]

Önce, Bosna’ya yapılan NATO müdahalesini hatırlayalım. Fakat Bosna’ya yapılan NATO müdahalesini, daha doğrusu Yugoslavya’ya yapılan NATO müdahalesini daha öncesinden ele almak gerekiyor.

Bundan önce altını çizmemiz gereken bir tespit var: Yugoslavya’nın dağılmasının bütün ceremesini NATO’da cisimleşen emperyalizme yüklersek büyük bir hata yapmış oluruz. Tito’nun ve “özyönetim”in bu bağlamda daha fazla tartışılması gerekiyor. Yugoslavya’nın dağılmasında bütün suçu emperyalizme, “dış mihraklara” bağlamak, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti yönetiminin yaptığı bir çok yapısal ve yönetsel hatayı görmezden gelmek, aynı zamanda Yugoslav Komünistler Birliği’nde bile söz hakkı bulabilmiş gerici-milliyetçileri aklamak anlamına gelecektir. Yugoslavya’nın dağılmasındaki içsel sorunların önemini başka bir yazıda irdelemek için saklı tutarak, NATO’nun bu ülkeye yaptığı müdahaleye bakalım.

Stalin ve diğer reel sosyalist ülkelerle arası iyi olmayan Yugoslavya, doğal olarak anti-komünist bloğun sempatisini toplamıştı ve bu sempati düşük faizli kredi olarak Yugoslavya’ya geri dönüyordu. Fakat, iki arada bir deredeki “özyönetim” sisteminin verimsizliği ve müsrifliği alınan kredilerin geri ödemesini garanti altına alamayınca 1980’lerle beraber Yugoslavya’daki iktisadî kriz derinleşir. 1990’lı yıllara kadar SSCB’ye karşı önemli bir koz olarak kullanılan Yugoslavya’ya artık ihtiyaç kalmamıştır. Reel sosyalizmin yıkılma sinyalleri verdiği dönemde, emperyalizmin isminde “sosyalist” veya “halk” kelimesi geçen hiç bir devlete tahammülü kalmamıştır ve Avrupa’nın üçüncü büyük askeri gücü olan Yugoslavya da uygun biçimde tarihe karışmalıdır. Hatta tarihe karışırken ülkedeki silah stoklarının tüketilmesi daha da iyi olacaktır.

Yugoslavya’ya karşı gerçekleştirilen ilk NATO müdahalesi bu dönemde örgütün silahlı kanadından değil, siyasi kanadından gelmiştir. “Özyönetim”in bir sonucu olarak ortaya çıkan cumhuriyetler arasındaki eşitsizlik sonucu Slovenya ve Hırvatistan iktisadî bakımdan Yugoslavya’nın en zengin cumhuriyetleri olmuşlardı. O dönemde GSMH’sı Akdeniz ülkeleriyle rekabet eden Yugoslavya’da, Slovenya ve Hırvatistan Batı Avrupa ile rekabet edebilecek güçteydi. Diğer cumhuriyetlerdeki emek ve hammadde kaynaklarını sömürmek pahasına ortaya çıkan bu zenginleşme, “özyönetim”in yapısal sorunlarından ötürü diğer cumhuriyetlere dağıtılamıyordu.

Bu koşullarda Slovenya ve Hırvatistan merkezin en zayıf olduğu, Doğu Avrupa’da “Devrim Rüzgarları”nın estiği kritik bir dönemde bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yirmi yıl sonra, Batı’nın o dönemki liderleri Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını destekleyeceklerini açıklayarak bu iki cumhuriyeti yüreklendirdiklerini ve bir anlamda Yugoslav Savaşları’nda sorumlulukları olduğunu itiraf etmektedirler.

25 Haziran 1995’te aynı anda bağımsızlıklarını ilan eden Slovenya ve Hırvatistan’ın bu kararını vakit geçirmeden ilk olarak NATO üyesi Avrupa ülkeleri tanımıştı. Bu durum Makedonya ve Bosna için beklenmedik bir sonuç yaratmıştı. Yugoslavya’daki iktisadî krize sistem içinde, birlik içinde bir çözüm bulunacağını düşünen iki milyon nüfuslu Makedonya ve 1,5 milyonu Bosnalı Sırplardan oluşan dört milyon nüfuslu Bosna bir anda Yugoslavya içinde Sırp milliyetçiliğine karşı birlikte karşı çıktıkları Hırvatistan ve Slovenya’nın varlığından mahrum kalınca, 10 milyon nüfuslu Sırbistan’ın milliyetçi politikacılarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu anlamda etnik olarak diğer Yugoslav cumhuriyetlerine göre daha karmaşık bir yapıya sahip olan Bosna Sırbistan’la yalnız başına kalacağına, bağımsızlığını ilan edilmeye zorlanmıştır. Bağımsızlığın hemen ardından savaş başlamıştır.

Yugoslavya’nın dağılmasından yirmi yıl geçtikten sonra, bu trajedide Batı’nın rolü sıkça tartışılmaktadır. Günümüzde, Batılı entelektüeller Slovenya ve Hırvatistan’ın acele ile tanınmasının nedenini Batı’nın “özgürlük ve demokrasi” aşkına değil, gayet de siyasi ve çıkarcı bir uluslararası siyaset anlayışına yormakta bir sakınca görmemektedirler.

1991’de yapılan ilk müdahalenin askeri müdahale ile tamamlanması gerekmekteydi, fakat bu anlamda NATO nezdinde BM’nin karnesi zayıftı. Irak’a yapılan müdahale ile dünya çapında prestiji sarsılan emperyalizmin çok iyi bir zamanlama ile, iyi bir şekilde programlanmış bir başka müdahale ile bu imgesini düzeltmesi gerekmekteydi. Bunun için bir yerlerde kan gövdeyi götürmeliydi. Avrupa’nın orta yeri bunun için iyi bir seçimdir.

Dikkatli okuyucular bu müdahalelerin NATO tarafından değil, BM tarafından planlanıp uygulandığını iddia edecektir. Doğrudur. Görünüşte BM tarafından düzenlenen bu operasyonların perde arkasındaki uygulayıcıları ise NATO’dur. Daha sonrasında, BM Bosna’da üzerine düşen görevi yaptığından emin bir biçimde görevi NATO’ya devredecektir.

İlginçtir; 5 Şubat 1994 tarihinde gerçekleşen Pazar Yeri katliamında 68 kişi hayatını kaybetmesiyle askeri müdahale kararı alan NATO bir kaç Sırp mevzisini havadan bombaladıktan sonra müdahalenin devamını getirmemiş, 11-12 Temmuz 1995’te  yaklaşık 8500 kişinin katledildiği Srebrenica katliamına kadar sessiz kalmıştır. Aradan geçen 18 ay boyunca Bosna’da yaşanan insanlık dramı şiddetinden bir şey kaybetmemesine rağmen NATO için müdahalenin zamanı daha gelmemişti. NATO kuvvetleri dünya kamuoyunun müdahale için olgunlaşmasını beklemektedir. Bosna Sırp Ordusu’nun bu saldırı sonucu daha da saldırganlaşıp, NATO müdahalesinin arkasının gelmediğini görünce daha büyük çapta katliamlara giriştiği de unutulmamalıdır.

Müdahalenin gerçekleşmesini sağlayan en önemli olgu askeri alanda Bosna Cumhuriyet Ordusu’nun (ARBiH – Armija Republike Bosne i Hercegovine) Srpska Cumhuriyeti Ordusu’na (VRS – Vojska Republika Srpska) üstünlüğünü sağlamaya başlamasıydı. Hırvatistan’daki Fırtına Operasyonu’yla yenilen Sırp milliyetçileri Bosna’da da mevzileri birer kaybediyor, dahası savaşacak asker bulmakta sıkıntıyla karşılaşıyordu. Savaşan taraflar arasındaki dengenin bozulması, bir tarafın kendi imkanlarıyla zafere ulaşması, NATO’ya ihtiyaç duyulmadan savaşın sona ermesi anlamına gelecekti. Bu dengenin bozulmaması gerekiyordu.

Yugoslavya’ya karşı siyasi alanda başlattığı müdahaleyi askeri alandaki müdahalesiyle taçlandıran NATO, işte tam da bu anda, savaşta dengelerin tersine döndüğü anda yaptığı müdahale ve akabinde dayattığı Dayton Barış Anlaşması’yla varlığının dert, yokluğunun yara olduğu bir konuma geliyordu.

Bu bağlamda, NATO’nun Yugoslavya’ya karşı uyguladığı 1991’deki siyasi müdahale ve 1994’teki askeri müdahalesi geç değil, bilakis çok iyi bir zamanlamada gerçekleşmiştir. Yugoslavya’daki kriz hâlâ çözümlenebilmiş değildir. NATO müdahaleleri Yugoslavya’da krizi kronik bir hale getiren, Batı’ya bağımlı olmayı zorunlu hale getiren bir sistem yaratmıştır.

Artık herkes NATO müdahalesinin “kurtuluş” olduğunu biliyordu. Nitekim, Kosova’nın kurtuluşu da fazla gecikmeden sağlanmış oldu. Sırada da “Libya’nın kurtuluşu” var.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder