(For selected articles translated in English language, click here)


"Yugoslavya yazıları" nedir? Buraya tıklayınız.



24 Aralık 2015 Perşembe

“ÖZYÖNETİMLE ÖZGÜRLÜĞE”!

(Yazının orijinali 29 Aralık 2013 tarihinde yayınlanmıştır) 


Bir süredir BDP çevresinde “özyönetim” kavramı sıklıkla kullanılmaya başlandı. Kavram, özellikle yerel seçimlerin yaklaşmasıyla ön planda kendisine daha çok yer açıyor gibi. Evvelki gün il ve ilçe belediye başkan adaylarını açıklayan BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş özyönetimle yeni bir toplumsal sistem kuracaklarını belirtti. (1)

“Özyönetim” kavramı yeni yeni kullanılmaya başlanmadı. Bu yılın başında Şerafettin Elçi de Kürtlerin kendi bölgelerinde “özyönetime kavuşmaları”ndan bahsetmişti. (2) Ondan önce Kemal Burkay “özyönetim” talebinin AKP’ye oy veren Kürtler tarafından bile istenilen bir şey olduğunu açıklayarak “özyönetim” Kürt hareketindeki bütün aktörler tarafından sahiplenildiğini ifade ediyordu. (3) Geçtiğimiz Temmuz ayında Rojavada’ki gelişmelerle birlikte özyönetim kavramı Kürt hareketi tarafından daha da sıklıkla telaffuz edilmeye başlandı. Aysel Tuğluk, Özgür Gündem’de 27 Temmuz 2013 tarihinde yayınlanan “Batı Kürdistan’da Demokratik Özyönetim Devrimi” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “19-22 Temmuz tarihleri arasında Batı Kürdistan’da Kobani, Afrin, Dîrka Hamko ve Amude’de Kürtler, demokratik özyönetim pratiğini hayata geçirmeye başladıklarını ilan ettiler!”

27 Aralık’ta BDP’li adayların açıklandığı toplantı sonrası “özyönetim” kavramının seçim sürecinde daha da sık kullanılacağı görülüyor.

Kavramın tanımının çok net olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Hatta kavramın tanımının ortada olmadığını da ilave etmemiz gerekiyor. Van’da yayınlanan, anarşist çizgide yayın yapan Qijike Reş dergisinde “Yalıtılmışlık, Özyönetim ve Doğrudan Demokrasi” başlıklı yazıda özyönetimin tanımı şu şekilde yapılmış: Özyönetim, belirli bir coğrafyada yaşayanların, üzerinde yaşadıkları alanda ‘özerk’, ‘bağımsız’ bir işleyişe, ‘idare’ye sahip olma idealini betimler. Buradaki anlamıyla merkezi bir idarenin ‘dış’ ilişkilerini belirlemesine de göz yumabilir. BDP’nin ‘demokratik özerklik’ talebi de bu kapsamda düşünülebilir.” (4)

Özyönetim genel olarak kuramsal tartışmalarda kendisine fazla yer bulmayan ama kullanımında atışın serbest olduğu bir kavram. Örneğin, 9 Nisan 2006 tarihinde kabul edilen ÖDP parti tüzüğünde ÖDP’nin özyönetimci bir sosyalizm doğrultusunda hareket ettiği belirtilmiş.

Kavram özellikle 1970’lerde oldukça popülerdi. Yugoslavya pratiğinin en parlak yıllarında komünizm kavramından pek de hazzetmeyen, Leninist parti denilince tüyleri diken diken olan solcuların en çok rağbet ettiği kavramlardan biriydi. Yugoslav modelinin iflas ettiği sürecin sonuna varmadan sadece bir kaç yıl önce özyönetim modeli üzerine bir makale yazan Uğur Mumcu, şöyle buyurmuştu: “Leninizme, yani “Sovyet Marksizmi”ne karşı olmak “anti-Marksistlik” anlamına gelmez; gerek Titoizm, gerekse Avrupa komünizmi Marksist ideoloji ile ayak bağlarını kesmiş değildir.” (Cumhuriyet, 18 Ekim 1984) Oysa o yıllarda başta Miloseviç olmak üzere, Yugoslavya Komünistler Ligi’ninin oyuncularının Marksizmle ayak bağlarını ne derecede kesmiş oldukları bugün daha iyi biliniyor.

Bu bağı kesen bıçak “milliyetçilik”se, bugün bilinmektedir ki bu bıçağa çifte su veren ise “özyönetim” teranesinden başka bir şey değildir.

BDP’nin özyönetimi nasıl tanımladığı, nasıl imgeledeği meçhul. Muhtemelen seçim sürecinde detaylar ortaya çıkacaktır.

Fakat, özyönetim kavramının siyasî pratikle buluştuğu en önemli sacayaklarından birisi olan Yugoslavya’da, kavramın nasıl tanımlandığı ve uygulandığı konusuyla ilgili olarak bir kapı aralamak gerekiyor.

Özyönetim Dünya üzerindeki farklı şekillerde uygulana gelmiş, daha çok anarşist harekete atfedilen bir kavram olarak bilinir. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, biraz da Batı’nın daha yumuşak bir yaklaşım sergilemesinden dolayı SSCB ile ilişkileri önce gerilen ve sonrasında tamamen kopan Yugoslavya, bu ilişkilerin kopması sonucunda SSCB’den aldığı teknik desteği kaybetmişti. O yıllarda Yugoslavya ciddi anlamda bir tarım ülkesiydi ve gerçekleştirmek istediği iktisadî atılım için gerekli altyapısı ancak dışarıdan bir destekle mümkün olabilirdi.

YKP’nin önde gelen isimlerinden Milovan Djilas’ın çerçevesini çizdiği “özyönetim” modeli 1950 yılında Yugoslavya’da iktisadî kalkınmanın modeli olarak kabul edildi. SSCB modeline göre örgütlenen üretim tesislerindeki direktörleri bundan böyle tesislerde çalışan işçiler seçecekti. Kuşkusuz, kulağa hoş geliyordu. Öte yandan, işçilerin yönetime dolaysız etkide bulundukları bu sistem beraberinde birçok sorunu getiriyordu.

Öncelikli olarak her ne kadar işçilerin direk katılımını öngörse de, sistemin “işçi sınıfını” içselleştirebildiğine ilişkin bir sorun her zaman vardı. Dahası, feodal ilişkilerin bile tam olarak çözülemediği ve Yugoslavya’da nüfusun ve üretimin önemli bir kısmını oluşturan tarımsal işletmelerde durum daha da çetrefilleşiyordu. Özyönetim ilkesine göre atanan ve görevine vakıf olamayan, kısmen “işçi” kökenli olan direktörler zamanla ya teknokratlara dönüştü, ya da bu işletmelerin başına dışarıdan (tercihen Batı’da işletme eğitimi almış) teknokratlar atanmaya başlandı. Zaten daha öncesinde ismi “parti”den “lig”e dönüşmüş olan Yugoslav Komünistler Birliği ise, üretim hedeflerine ulaşmaları kaydıyla, üretilen değerin tabana nasıl dağıtıldığı sorunuyla pek de ilgilenmiyordu.

Çarpıcı bir örneği Bosna-Hersek’ten verebiliriz. Batı Bosna’da, Bihaç yakınlarındaki Velika Kladuşa’daki “Agrokomerc” devlet çiftliği başına geçen Fikret Abdiç, 1970’li yıllarda Agrokomerc’i sadece Bosna-Hersek’te değil, Yugoslavya çapında önemli bir kombine gıda tesisi haline getirmeyi başarmıştı. Tek başına bir derebeyi gibi davranmaya başlayan Abdiç o kadar güçlenmişti ki, Bosna Savaşı sırasında “Batı Bosna Otonom Cumhuriyeti”ni ilan etmişti. Emrindeki silahlı güçler gerçekleştirdikleri katliamlarla da bilinir.

Takip eden yıllarda Yugoslavya’nın dört bir köşesinde Abdiç ve benzeri birçok direktör türedi. Bu direktörlerin hemen hemen tamamı Yugoslavya’nın dağılışı sırasında ya milliyetçi partilerin yönetiminde olmuşlardır, ya da iktisadî güçlerini bu liderleri desteklemek için kullanmışlardır. Günümüz eski Yugoslav Cumhuriyetleri’ndeki birçok iş adamı, Sosyalist Yugoslavya döneminde “özyönetim” sistemi içinde “işçiler” tarafından seçilmiş eski direktörlerdir. Bu direktörlerin “Marksist” iktisadî Saiklerle hareket etmedikleri ise bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.

Dahası; o dönem ayakkabı kutularının ne kadar işlevsel olduğu bilinmiyor, ama “özyönetimin malı deniz, yemeyen keriz” anlayışının direktörlerce ne kadar sahiplenildiği biliniyor.

Asıl büyük sorun ise ulusal düzeyde ortaya çıktı. Sektörel avantajları kullanan bazı işletmeler yüksek kâr oranıyla çalışırken, kâr oranı düşük işletmelerin göreli gelirleri gittikçe düşmekteydi. Pazara ve ihracata yönelik üretim tesislerinin yoğunlaştığı Slovenya’da göreli gelir birey başına artarken, tarımsal iktisadî yapının kalkınmasını sağlamakta yetersiz kalan özyönetimin doğal sonucu olarak Makedonya gibi tarımın ağırlıklı olduğu cumhuriyetlerde, ya da demir, kömür, elektrik gibi ham madde kaynaklarına ve bu kaynakları işleyebilecek ağır sanayi tesislerine sahip olmasına rağmen, pazara yönelik üretim yapmayan Bosna-Hersek’te kişi başına nısbî gelir düşmekteydi.


SSCB’ye karşı duruşu hasebiyle Batı’dan akan oluk oluk krediler sayesinde bu farklılık belli ölçüde törpülenebiliyordu. SSCB’nin glasnost ve perestroyka ile Batı liberalizmiyle anlaşma sinyalleri göndermesiyle birlikte Yugoslavya işlevini yitirmişti. Kredilerin geri ödeme tarihi gelmişti. Nasıl ki 1980’lerin başı Yugoslavya’nın en parlak, en zengin dönemiyse, 1980’lerin sonu da o kadar karanlıktır. Üç haneli enflasyon rakamlarının,  yolsuzluk ve işsizliğin yoğun bir biçimde yaşandığı Yugoslavya’da, bir önceki paragrafta değindiğimiz dinamikler sonucunda varsıllaşmış cumhuriyetler, geri kalmış kardeşlerini uzun bir süredir yük olarak görüyordu. Miloseviç’in iktidarı ve azgınlaşan Sırp milliyetçiliği en zengin iki cumhuriyet olan Hırvatistan ve Slovenya’nın ayrılmaları için geçerli bir bahaneydi.

İkinci Dünya Savaşı sonrası SSCB’ye kıyasla çok daha şirin bir ülke olarak görülen, üstelik sözde direk işçi sınıfının yönetime katıldığı bir imge yaratan “özyönetim” sisteminin gerek cumhuriyetler özelindeki yerel bazda, gerekse de Yugoslavya düzeyinde ulusal bazda yarattığı sonuç ortada.

Bugün Rojava süreciyle daha sık konuşulmaya başlanan ve üç ay sonraki yerel seçimlerden önce BDP’nin açıktan açığa telaffuz ettiği “özyönetim”in iktisadî veya siyasî bağlamda içinin neyle doldurulacağı ise henüz bir soru işareti. 


(1)    Özgür Gündem, 27 Aralık 2013 (Manşet haberi)
dirimozkan@gmail.com


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder