(Yazının orijinali 9 Haziran 2012 tarihinde yayınlanmıştır)
Geçtiğimiz ay yapılan seçimlerden
sonra Sırbistan’da iktidar sekiz sene sonra el değiştirdi. İki dönem üst üste
devlet başkanlığı yapan Demokrat Parti başkanı Boris Tadiç’in yeniden
seçilememesi uluslararası toplum tarafından hayal kırıklığı ile karşılandı.
Nitekim, çok az bir farkla seçimi kazanan SNS lideri Tomislav Nikoliç’in siyasÎ
geçmişi, Batı’yla uyumlu bir politika güden Tadiç’inkinden farklı dinamiklere
sahip.
İki dönem üstüste devlet
başkanlığı yapan Boris Tadiç’in Batı’yı üzmeyen politikaları hakkında tam bir
sene önce bu köşede “Sırbistan: Biz de AB’yi hak ediyoruz” başlıklı bir yazı
yayımlanmıştı. (1) Önce Miloseviç, sonra Karadziç ve son olarak da Ratko
Mladiç’in yakalanıp Lahey’deki “Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi”ne
teslim edilmesi Boris Tadiç’şin siyasi karıyerinde en önemli hamleler olarak
göze çarpar. Daha da ötesi, Bosna’daki Sırp milliyetçilErini frenlemeye
çalışmasıyla da göz dolduran Tadiç, bölge ülkeleriyle, özellikle Bosna ve
Hırvatistan’la iyi ilişkiler kurmaya çalışarak Batı’nın takdirini kazanmıştı. Tadiç
açık açık “Büyük Sırbistan” fikrinin “iyi bir fikir olmadığını” belirtmişti.
(2) Sırbistan vatandaşlarının Schengen vizesinden muaf tutulması ve AB üyelik sürecinde
Sırbistan’ın başarılı yükselişinin iç politikada da yansımasını bulacağı ön
görülüyordu. Fakat, öyle olmadı. Boris Tadiç, işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk
sorunlarını çözmekte başarısız oldu. Yunanistan, Portekiz ve İspanya krizleriyle
birlikte Sırp halkının AB’ye olan güveninin de azalmasıyla son seçimlerde bit
pazarına nur yağdı ve Yugoslavya savaşının eli kanlı aktörleri yeni yüzleriyle
son seçimleri kıl payıyla da olsa kazandı.
Önce Tomislav Nikoliç’i
tanıyalım.
Nikoliç siyasi hayata
SRS’de (Srpska Radikalna Stranka –
Sırp Radikal Partisi) başlıyor. Parlak bir akademik karıyerine rağmen,
Yugoslavya’nın dağılması sürecinde Çetnik (İkinci Dünya Savaşı’ndaki Sırp
faşist çeteleri) ruhunu canlandırma hevesine kapılan ve Bosna’daki katliamlarda
bizzat parmağı olan Voyislav Şeşel’in kurduğu SRS, Miloseviç’le ara ara ters
düşse de, hatta bundan dolayı liderleri kısa süreli hapis cezaları alsa da
aşırı milliyetçi Miloseviç hükümetini desteklemekte geri durmuyor.
Fakat NATO operasyonu,
sonrasında Miloseviç’in Lahey’e teslim edilmesiyle kendini hissettiren yeni
rüzgârdan yelkenini doldurma telaşındaki Nikoliç AB üyeliğine sıcak bakmayan
SRS liderliğiyle ters düştüğü için 2008 yılında SRS’den ayrılarak SNS’i (Srpska Napredna Stranka – Sırp İlerleme
Partisi) kuruyor.
Nikoliç’in siyasi profili
muhafazakârlığın doğasını özetliyor: Bağnaz bir milliyetçilik ve kompradorluk.
Bir yandan “Büyük Sırbistan”, öte yandan “Avrupa Birliği”.
Boris Tadiç’in hatası ise
AB sürecinde AB’dekileri korkutmamak için milliyetçi söylemini yumuşatması idi.
İşsizliğe, yoksulluğa veya yolsuzluğa çözüm bulamayacağı kendinden menkûl
siyasi partiler arasından, sadece %46,2’lik katılımla gerçekleşen seçimin
ikinci turunda sandığa giden Sırp seçmenler tercihini “daha kişilikli” bir
politikacı için kullandılar. Nitekim Nikoliç de konu Bosna, Kosova ya da
Hırvatistan olduğu “one minute” diye “atara atar” yapıp coşarken, emperyalizm
karşısında “evet efendim, sepet efendim”lerini çok büyük bir ustalıkla
saklayabiliyor.
Seçim sürecinde önce Vukovar
hakkında inciler dizdi. Vukovar’ın bir Sırp kenti olduğunu iddia etti. Seçimin
ikinci turundan hemen önce ise Srebrenica’nın soykırım olmadığını söyledi, ki
Tadiç Srebrenica’nın soykırım olduğunu kabul etmiş, hatta geçen sene
Srebrenica’daki anmaya katılmıştı. Kosova ile ilgili de farklı bir şey
söylemiyor: “Kosova Sırbistan’ın kalbidir”.
Fakat, seçimden hemen
sonra, AB’nin Sırbistan’da milliyetçi bir iktidardan olası bir rahatsızlığını
engellemek için Sırbistan’ın AB’ye entegrasyon sürecinin hız kesmeden devam
edeceğini belirtmeyi de unutmadı.
Balkanlar’da, özellikle
de eski Yugoslavya’da benzer bir siyasi tarz son yirmi yıldır iktidardan hiç
uzak olmadı. Bazı partilerin etiketlerinde “sosyal demokrat” hatta “sosyalist”
yazması, milliyetçi hamasî söylevleri esirgemeyen, fakat emperyalizmle
işbirliğinden de kaçınmayan bildiğimiz tipik muhafazakâr siyasetten uzak
durmalarını sağlamıyor. Balkan ülkelerinin ortak noktası, işsizliğin artık
dayanılamayacak derecede yüksek olması, yoksulluğun insanları açlığa mahkum
etmesi, rüşvetin ve yolsuzlukların hayatın her alanında kendini göstermesiyle
özetlenebilir. Hükümetlerin ise bu toplumsal krizi çözebilecek programları,
böyle bir programı düzenleyebilecek yetkinlikte siyasi vizyonları ise
bulunmuyor. Tek bir vizyon var: “AB’ye gireceğiz ve her şey hallolacak!”
Bu söylem ise iç
politikada eskisi kadar oy getirmiyor. Sırbistan’ın AB’ye entegrasyonunda
önemli başarılara imza atmasına neden olmuş Boris Tadiç’in yeniden seçilememesi
bu söylemin artık işe yaramadığının kanıtlarından biri. Örneğin, Makedonya’da
da uzun yıllar milliyetçiliği dizginlemeye çalışan, en azından siyasi söylemden
uzak tutmaya çalışan iktidarlar bu söylemin oy toplamak için yetersiz olduğunun
bilincinde. Nitekim, iktidardaki sağcı VMRO (İç Makedonya Devrimci Örgütü)
ülkenin iktisadî, toplumsal ve siyasî hiç bir sorununa çözüm üretemezken,
başkent Üsküp’ü çirkin heykellerle donatmaktan, millî günlerde abartılı
kutlamalar düzenlemekten geri durmuyor ve iktidarını bu şekilde elinde tutuyor.
Benzer pratikler Bulgaristan, Romanya ve hatta Balkanlar’ın hemen yanı
başındaki Macaristan’da da kendini gösteriyor.
Balkanlar bir istisna
değil. Türkiye’de de benzer siyasi bir tarzı çok açık görebiliyoruz. içte hamas
söylemler, baskıcı bir rejim, dışta ise sürekli olarak söylemsel bir çatışma.
İsrail’e “one minute” dedikten sonra, İsrail’i korumayı amaçlayan füze savunma
sisteminin radarını Kürecik’te konuşlandırılması böyle bir siyasi tarzın
istisna olmayan ve bizim de bu anlamda yabancısı olmadığımız bir icraatı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder