(Yaıznın orijinali 6 Ağustos 2011 tarihinde yayınlanmıştır)
Geçtiğimiz hafta Hırvatistan’ın Adriyatik
sahilindeki turistik merkezlerinden Makarska’nın yerel gazetelerinden Makarska
Riviera’nın başyazarının yazdıkları Bosna ve Hırvatistan’da haftanın tartışma
konusuydu. Makarska Riviera’nın başyazarı İvo Çurkoviç kişi başına 30 Avro
harcayan 10 Bosnalı turist yerine günlük
500 Avro bırakan bir Avrupalı turisti tercih ettiğini yazınca kıyamet koptu.
Hırvatistan ve
Bosna iç içe geçmiş iki ülkedir. Bosna’yı bir eşkenar üçgen olarak tasvir
ederseniz Hırvatistan bu eşkenar üçgenin iki kenarını çevreleyen bir hilâle
benzer. Öyle ki, Hırvatistan’ın kuzey illerinden, güneydeki sahillere gitmek
isteyenler Bosna’nın içinden geçerlerse yollarını yarı yarıya kısaltmış
olurlar. Zagreb’den, Hırvatistan’ın limanlarından biri olan Ploçe’ye giden tren
Saraybosna ve Mostar’dan geçmektedir.
Eski
Yugoslavya’nın sahil kesimlerinin büyük bir kısmı Hırvatistan’da kaldı.
Dalmaçya kıyıları görenlerde hayranlık uyandırır. İç içe geçmiş koylar, berrak
bir deniz ve en güzeli de seneler boyunca endüstriyel turizmden “muaf” tutulan
bir ülke... Betonlaşmamış, büyük sermaye gruplarının otel inşaatları için
peşkeş çekilmemiş koylarıyla Dalmaçya kıyıları öyle veya böyle, bir şekilde
tecrübe edilmiş sosyalist planlamanın avantajlarını günümüzde dahi yaşamaktadır.
Dalmaçya kıyıları
senelerce Yugoslav işçi sınıfının tatil yeri olmuştur. Sosyalist hükümet
Yugoslav vatandaşlarına sadece çalışırken değil, emekli olduktan sonra bile
mütevazi Zastava otomobilleriyle ailecek Dalmaçya kıyılarında tatil yapma
olanağı sağlıyordu.
Yugoslavya
dağıldıktan sonra, gerek Dalmaçya kıyılarının yakın oluşu, gerekse de bu
alışkanlıktan ötürü bir çok eski Yugoslav ülkesi vatandaşı tatil için Dalmaçya
kıyılarına gitmeye devam etti. Bugün Dalmaçya kıyıları eski şaşalı günlerinden
uzak. Nitekim, Sırbistan, Bosna-Hersek, Makedonya vatandaşları için yaz
aylarında deniz kenarı bir hayalden öte değil. Serbest piyasa koşullarında,
tatile gitmeleri için iki-üç aylık maaşlarına dokunmadan bir köşeye ayırmaları
gerekiyor. Dalmaçya kıyılarında Alman turistler için ayarlanmış fiyatlarla
başetmek çok da kolay değil.
İşte, tam da bu bağlamda
Makarska Riviera başyazarı zaten paralı turist istediklerini beyan ediyor ve
hedefte ise günübirlik tatile gelen Bosna vatandaşları var. Aslında bu tavrın
siyasî bir arka planı var. Hırvatistan bağımsızlığından bu yana Yugoslav
geçmişiyle bağlarını koparmaya çalışıyor. Bu çabasında yalnız değil: Slovenya
da Hırvatistan’a “Yugoslav” mirasının reddinde yoldaşlık yapıyor. Eski Yugoslav
ülkeleri arasında iktisadî olarak en gelişkin olan ve AB’ye en erken kabul
edilen Slovenya ile ilgili gözlem ve analizlerimizi başka bir yazıya
bırakıyoruz. Bu yazıda ise değinmek istediğimiz daha çok Hırvatistan’ın
Yugoslav mirasını reddi.
Hırvatistan adı
tarih boyunca hiç bir zaman bir devletin ismi olamamış. Tek istisnası Nazi
Almanyası’nın kukla devleti olan “Bağımsız Hırvatistan Devleti”. Bu zamana
kadar Bizans, zaman zaman Osmanlı, yer yer Venedik ve Habsburg hakimiyeti altında
Vatikan’a bağlı bir şekilde yaşamış olan prensliklerden bahsedebiliriz. Nazi
Almanyası’nın Balkanlar’ı işgaliyle birlikte kurulan faşist Hırvatistan
Bosna’nın tümü ve Sırbistan’ın da büyük bir kısmını topraklarına katmıştı. Bu
coğrafyada özellikle Sırplara karşı yürüttüğü soykırım çabaları, gözlemci Nazi
subaylarını bile dehşete düşürecek cinstendi. Hırvatistan, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Nazilerin göstermelik yargılamalarından Nazilere karşı şanlı
bir direniş gösteren Yugoslavya devletinin bir parçası olmasıyla adeta “paçayı
kurtarmıştı”. Tarih hakkında varsayımlarda bulunmak çoğunlukla yanlış sonuçlara
götürür. Fakat, Yugoslavya’nın bir parçası olmasaydı, Hırvatistan’ın haritadan
silineceği, ya da en iyi ihtimalle günümüzdeki sınırlarıyla kıyaslandığında çok
daha küçük bir devlet olacağı aşikârdır. Partizanların değil de, İngiliz ve ABD
destekli Sırp milliyeçilerin (Çetniklerin) zaferi kazanması durumunda en iyi
ihtimalle Sırp nüfusun yoğun olduğu Hırvatistan’ın kuzey kısmı ve tam da ortasındaki
Krajina bölgesi Sırbistan’ın bir parçası olacaktı. Bu anlamda, savaştan sonra
faşizmin hesabını halklara değil, faşist yöneticilere kesen Tito yönetimi
Hırvatistan’ın sınırlarına dokunmamıştı.
Faşizmin ülkede
işlediği suçlardan muaf tutulmasının da ötesinde, Yugoslavya’dan en çok fayda
sağlayan iki ülkeden birisi de Hırvatistan olmuştur. (diğeri; Slovenya)
Yugoslavya’nın endüstriyel üretiminin yurtdışına ihraç edilmesinde kullanılan
Dalmaçya limanları bugünkü gelişmişlik düzeyini bu iktisadî dinamiğe borçludur.
Kuşkusuz ki, Yugoslavya gibi geniş bir iç pazardan faydalanan Hırvatistan’ın, bu
limanlarda dünyaya pazarlanan ürünlerinin üzerindeki “Made in Yugoslavia”
damgası da Hırvatistan’da üretilen mamüllerin Dünya pazarında satışını
kolaylaştırıyordu. Bu anlamda Yugoslavya’daki merkezî planlama sadece
Hırvatistan’ın endüstriyel üretimini arttırmakla kalmıyor, ülkenin Dünya’daki
presitiji de bu ürünlerin pazarlanmasını kolaylaştıryordu.
Bu veriler
doğrultusunda Hırvatistan’ın varlığını Yugoslavya Sosyalist Federasyonu’na
borçlu olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır. Makarska Riviera gazetesinin
başyazarının kullandığı söylem ise sadece içinde barındırdığı milliyetçi, hatta
ırkçı ifadelerle değil, Yugoslavya özelinde sosyalist mirasın reddinin geldiği
noktanın anlaşılmasında da faydalı olacaktır. Bugünkü altyapısını, sadece
iktisadî değil, kültürel altyapısını da reel sosyalizme borçlu olan milliyetçi
öznelerin geldikleri nokta aynı zamanda senelerce bir arada yaşadıkları
komşularına gösterdikleri vefasızlık örnekleriyle de doludur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder