(Yazının orijinali 2 Nisan 2011 tarihinde yayınlanmıştır)
NATO’nun Libya’ya karşı gerçekleştirdiği
operasyonun bu kadar hızlı olmasının nedenlerinden birisi de, “Bosna’dan
çıkarılan ders”miş. Bosna’ya daha erken müdahale edilseymiş, katliamların önüne
geçilirmiş. Peki, Bosna’ya, daha doğrusu eski Yugoslavya’ya yapılan NATO
müdahalesi gerçekten de gecikmiş bir müdahale miydi?
Emperyalizmin
Libya’ya müdahale etmesi gündeme düştüğünden beri Bosna’ya yapılan NATO
müdahalesi gazetelerin köşelerinde yeniden hatırlatıldı. Zaten, Libya’ya
yapılan müdahalenin Balkanlar’daki işbirlikçi hükümetler tarafından
desteklendiğini SoL Portal’da yazmıştık.[1]
Önce, Bosna’ya yapılan NATO müdahalesini hatırlayalım. Fakat
Bosna’ya yapılan NATO müdahalesini, daha doğrusu Yugoslavya’ya yapılan NATO
müdahalesini daha öncesinden ele almak gerekiyor.
Bundan önce altını çizmemiz gereken bir tespit var:
Yugoslavya’nın dağılmasının bütün ceremesini NATO’da cisimleşen emperyalizme
yüklersek büyük bir hata yapmış oluruz. Tito’nun ve “özyönetim”in bu bağlamda
daha fazla tartışılması gerekiyor. Yugoslavya’nın dağılmasında bütün suçu
emperyalizme, “dış mihraklara” bağlamak, Yugoslavya Sosyalist Federal
Cumhuriyeti yönetiminin yaptığı bir çok yapısal ve yönetsel hatayı görmezden
gelmek, aynı zamanda Yugoslav Komünistler Birliği’nde bile söz hakkı bulabilmiş
gerici-milliyetçileri aklamak anlamına gelecektir. Yugoslavya’nın
dağılmasındaki içsel sorunların önemini başka bir yazıda irdelemek için saklı
tutarak, NATO’nun bu ülkeye yaptığı müdahaleye bakalım.
Stalin ve diğer reel sosyalist ülkelerle arası iyi olmayan
Yugoslavya, doğal olarak anti-komünist bloğun sempatisini toplamıştı ve bu
sempati düşük faizli kredi olarak Yugoslavya’ya geri dönüyordu. Fakat, iki
arada bir deredeki “özyönetim” sisteminin verimsizliği ve müsrifliği alınan
kredilerin geri ödemesini garanti altına alamayınca 1980’lerle beraber
Yugoslavya’daki iktisadî kriz derinleşir. 1990’lı yıllara kadar SSCB’ye karşı
önemli bir koz olarak kullanılan Yugoslavya’ya artık ihtiyaç kalmamıştır. Reel
sosyalizmin yıkılma sinyalleri verdiği dönemde, emperyalizmin isminde
“sosyalist” veya “halk” kelimesi geçen hiç bir devlete tahammülü kalmamıştır ve
Avrupa’nın üçüncü büyük askeri gücü olan Yugoslavya da uygun biçimde tarihe
karışmalıdır. Hatta tarihe karışırken ülkedeki silah stoklarının tüketilmesi
daha da iyi olacaktır.
Yugoslavya’ya karşı gerçekleştirilen ilk NATO müdahalesi bu
dönemde örgütün silahlı kanadından değil, siyasi kanadından gelmiştir. “Özyönetim”in
bir sonucu olarak ortaya çıkan cumhuriyetler arasındaki eşitsizlik sonucu
Slovenya ve Hırvatistan iktisadî bakımdan Yugoslavya’nın en zengin
cumhuriyetleri olmuşlardı. O dönemde GSMH’sı Akdeniz ülkeleriyle rekabet eden
Yugoslavya’da, Slovenya ve Hırvatistan Batı Avrupa ile rekabet edebilecek
güçteydi. Diğer cumhuriyetlerdeki emek ve hammadde kaynaklarını sömürmek
pahasına ortaya çıkan bu zenginleşme, “özyönetim”in yapısal sorunlarından ötürü
diğer cumhuriyetlere dağıtılamıyordu.
Bu koşullarda Slovenya ve Hırvatistan merkezin en zayıf
olduğu, Doğu Avrupa’da “Devrim Rüzgarları”nın estiği kritik bir dönemde
bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yirmi yıl sonra, Batı’nın o dönemki liderleri
Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını destekleyeceklerini açıklayarak bu
iki cumhuriyeti yüreklendirdiklerini ve bir anlamda Yugoslav Savaşları’nda
sorumlulukları olduğunu itiraf etmektedirler.
25 Haziran 1995’te aynı anda bağımsızlıklarını ilan eden Slovenya
ve Hırvatistan’ın bu kararını vakit geçirmeden ilk olarak NATO üyesi Avrupa
ülkeleri tanımıştı. Bu durum Makedonya ve Bosna için beklenmedik bir sonuç
yaratmıştı. Yugoslavya’daki iktisadî krize sistem içinde, birlik içinde bir
çözüm bulunacağını düşünen iki milyon nüfuslu Makedonya ve 1,5 milyonu Bosnalı
Sırplardan oluşan dört milyon nüfuslu Bosna bir anda Yugoslavya içinde Sırp
milliyetçiliğine karşı birlikte karşı çıktıkları Hırvatistan ve Slovenya’nın varlığından
mahrum kalınca, 10 milyon nüfuslu Sırbistan’ın milliyetçi politikacılarıyla
karşı karşıya kalmıştır. Bu anlamda etnik olarak diğer Yugoslav
cumhuriyetlerine göre daha karmaşık bir yapıya sahip olan Bosna Sırbistan’la
yalnız başına kalacağına, bağımsızlığını ilan edilmeye zorlanmıştır.
Bağımsızlığın hemen ardından savaş başlamıştır.
Yugoslavya’nın dağılmasından yirmi yıl geçtikten sonra, bu
trajedide Batı’nın rolü sıkça tartışılmaktadır. Günümüzde, Batılı
entelektüeller Slovenya ve Hırvatistan’ın acele ile tanınmasının nedenini
Batı’nın “özgürlük ve demokrasi” aşkına değil, gayet de siyasi ve çıkarcı bir
uluslararası siyaset anlayışına yormakta bir sakınca görmemektedirler.
1991’de yapılan ilk müdahalenin askeri müdahale ile
tamamlanması gerekmekteydi, fakat bu anlamda NATO nezdinde BM’nin karnesi
zayıftı. Irak’a yapılan müdahale ile dünya çapında prestiji sarsılan
emperyalizmin çok iyi bir zamanlama ile, iyi bir şekilde programlanmış bir başka
müdahale ile bu imgesini düzeltmesi gerekmekteydi. Bunun için bir yerlerde kan
gövdeyi götürmeliydi. Avrupa’nın orta yeri bunun için iyi bir seçimdir.
Dikkatli okuyucular bu müdahalelerin NATO tarafından değil,
BM tarafından planlanıp uygulandığını iddia edecektir. Doğrudur. Görünüşte BM
tarafından düzenlenen bu operasyonların perde arkasındaki uygulayıcıları ise
NATO’dur. Daha sonrasında, BM Bosna’da üzerine düşen görevi yaptığından emin
bir biçimde görevi NATO’ya devredecektir.
İlginçtir; 5 Şubat 1994 tarihinde gerçekleşen Pazar Yeri katliamında
68 kişi hayatını kaybetmesiyle askeri müdahale kararı alan NATO bir kaç Sırp
mevzisini havadan bombaladıktan sonra müdahalenin devamını getirmemiş, 11-12
Temmuz 1995’te yaklaşık 8500 kişinin
katledildiği Srebrenica katliamına kadar sessiz kalmıştır. Aradan geçen 18 ay
boyunca Bosna’da yaşanan insanlık dramı şiddetinden bir şey kaybetmemesine
rağmen NATO için müdahalenin zamanı daha gelmemişti. NATO kuvvetleri dünya
kamuoyunun müdahale için olgunlaşmasını beklemektedir. Bosna Sırp Ordusu’nun bu
saldırı sonucu daha da saldırganlaşıp, NATO müdahalesinin arkasının gelmediğini
görünce daha büyük çapta katliamlara giriştiği de unutulmamalıdır.
Müdahalenin gerçekleşmesini sağlayan en önemli olgu askeri
alanda Bosna Cumhuriyet Ordusu’nun (ARBiH
– Armija Republike Bosne i Hercegovine) Srpska Cumhuriyeti Ordusu’na (VRS – Vojska Republika Srpska)
üstünlüğünü sağlamaya başlamasıydı. Hırvatistan’daki Fırtına Operasyonu’yla
yenilen Sırp milliyetçileri Bosna’da da mevzileri birer kaybediyor, dahası
savaşacak asker bulmakta sıkıntıyla karşılaşıyordu. Savaşan taraflar arasındaki
dengenin bozulması, bir tarafın kendi imkanlarıyla zafere ulaşması, NATO’ya
ihtiyaç duyulmadan savaşın sona ermesi anlamına gelecekti. Bu dengenin
bozulmaması gerekiyordu.
Yugoslavya’ya karşı siyasi alanda başlattığı müdahaleyi
askeri alandaki müdahalesiyle taçlandıran NATO, işte tam da bu anda, savaşta
dengelerin tersine döndüğü anda yaptığı müdahale ve akabinde dayattığı Dayton
Barış Anlaşması’yla varlığının dert, yokluğunun yara olduğu bir konuma
geliyordu.
Bu bağlamda, NATO’nun Yugoslavya’ya karşı uyguladığı
1991’deki siyasi müdahale ve 1994’teki askeri müdahalesi geç değil, bilakis çok
iyi bir zamanlamada gerçekleşmiştir. Yugoslavya’daki kriz hâlâ çözümlenebilmiş
değildir. NATO müdahaleleri Yugoslavya’da krizi kronik bir hale getiren,
Batı’ya bağımlı olmayı zorunlu hale getiren bir sistem yaratmıştır.
Artık herkes NATO müdahalesinin “kurtuluş” olduğunu
biliyordu. Nitekim, Kosova’nın kurtuluşu da fazla gecikmeden sağlanmış oldu.
Sırada da “Libya’nın kurtuluşu” var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder