25 Haziran 2011 - Cumartesi
Bir önceki “Yugoslavya Yazıları”nda Ratko
Mladiç’in yakalanmasının Sırbistanlı siyasetçiler tarafından tarafından nasıl siyasî
malzeme olarak kullanıldığını incelemiştik. O yazıda söz verdiğimiz gibi
bugünkü Yugoslavya yazısında da AB siyasetinin Bosna siyasetini sorgulayacağız.
Batı’nın Bosna
siyasetindeki yeri ve etkisi sadece son yaşanan 1992-1995 savaşıyla sınırlı
değil. Batı’nın son iki yüzyıldır Balkanlar’da uyguladığı siyasetinin en temel
ögesi Bosna olmuştur. Başta Avusturya-Macaristan olmak üzere, Batı ülkeleri
Balkanlardaki etnik farklılıkları buradaki siyasî hakimiyetinin aracı olarak
kullanmakta sakınca görmemiştir. Avusturya-Macaristan, imparatorluk içindeki
Slav nüfusun fazlalığı ve bu durumun imparatorluk içinde sorun yaratacağı
gerekçesiyle Slav nüfusu siyasî kamplara ayırmak için Güney Slavlar arasındaki
etnik farklılıkları birbirine karşı kışkırtmıştı. Vatikan’a bağlı Katolik
Hırvatlar’ın sorun çıkarmayacağı Habsburg yönetimince de biliniyordu. Şu
durumda Ortodoks Sırp ve Müslüman Boşnaklar imparatorluk içinde sorun
yaratılabilecek unsurlardı. İstanbul’daki Şeyh-ül İslam satın alınarak
Boşnaklar da Avusturya-Macaristan’la uyumlu hale getirilmişti. Hatta öyle ki,
Osmanlı ordusunda savaşmak istemedikleri için Osmanlı’ya karşı isyan eden Boşnaklar,
Şeyh-ül İslam’ın fetvâsıyla kafir Habsburg ordusunda asker olmayı
sindirebilmişti.
Bölgede farklı
etnik grupların yüzyıllardır birbirleriyle savaştığı savı oryantalizmin
bölgedeki söylemsel uzantısı “Balkanist” kurgunun bir masalından başka bir şey
değildir. Elbette ki, hakimiyeti altındaki topraklarda alt sınıflara türlü
eziyetler çektiren Osmanlı yönetimini burada Pax Ottomana yalanıyla kutsayacak değiliz. Fakat, etnik ve dinî
farklılıkların Osmanlı siyaseti için belirleyici olmadığı biliniyor. Balkanist
kurgu yüzyıllardır Balkan halkları arasında etnik bir savaşın devam ettiğini
söyleyedurdusn, etnik grupların yaşanan savaşlara rağmen hâlâ iç içe yaşaması
bu yalanın tescilidir. Eğer yüzlerce yıldır bu halklar birbirleriyle bu kadar
kanlı bıçaklı idiyse, o halde şimdiye değin homojen bölgelerin çoktan oluşmuş
olması gerekmez miydi?
Söz konusu
homojen ulus-devlet sınırlarının oluşumu yakın tarihin bir ürünüdür. Yüzlerce
yıllık bir sürecin sonucu değil. Nitekim, bölge halkları imparatorlukların
yıkıldığı Birinci Paylaşım Savaşı sonucunda tarihe karışan üç imparatorluğun
eksikliğini fırsat bilip kendi kaderlerini tayin hakkına ilk kez kavuştular ve Balkanist
söylemin “birbirleriyle kanlı bıçaklı olduklarını” iddia ettiği Güney Slavlar fırsatı
değerlendirerek kendi kaderlerini tayin hakkını bölünerek değil, birleşerek
kullanmayı tercih ettiler. Yugoslavya böyle kuruldu. Faşizme karşı savaş
sonunda kurulan Federatif Sosyalist Cumhuriyet ise bu kararın sınıfsal
tercihini ortaya koyuyordu.
45 sene boyunca
Batı, Yugoslavya’ya dokunamadı. Avrupa’nın üçüncü büyük ordusuna sahip olan
Yugoslavya’ya askeri müdahale pek kolay olmazdı. Dahası, SSCB karşısındaki
tutumu sayesinde Yugoslavya Batı için tercih edilebilir bir siyasî aktördü.
Fakat SSCB’nin dağılmasıyla beaber Batı’nın özyönetim Yugoslavyası’na da ihtiyacı
kalmadı.
Hırvatistan ve
Slovenya’nın bağımsızlıklarının yıldırım hızıyla, uluslararası hukuka rağmen
Batı ülkeleri tarafından tanınması Yugoslav iç savaşının belirleyici siyasî
hareketlerinden biri olmuştur. Sırbistan’daki aşırı milliyetçi yönetimle baş
başa kalmak istemeyen Bosna-Hersek’in bağımsızlık kararı almasını zorlayan bu
süreç sonunda, bir anlamda Karadziç’in Bosna-Hersek parlamentosundaki
konuşmasını haklı çıkarıyordu. Şöyle diyordu Karadziç: “Bu yaptığınız iyi
değil. Bosna-Hersek’i götürmek istediğiniz Slovenya ve Hırvatistan’ın
sürüklendiği acı ve cehennem yoludur. Zannetmeyin ki Bosna-Hersek’i cehenneme
dönmesini ve Müslümanların yok olmasını engelleyebilcekseniz. Bu ülkede savaş
çıkması halinde Müslümanlar kendilerini koruyamayacaklardır.” Bosna-Hersek’in
bağımsızlık kararı almasıyla, Karadziç tehditlerinin gerçekçiliği için elinden
geleni yaptı. En büyük avantajı ise sınırsız silah kaynağıydı. Batı, savaşın
başından itibaren her iki tarafa da silah ambargosu uygulamıştı. Fakat Yugoslav
Federal Ordusu’ndan kalan silahların hemen hemen tamamını ele geçiren, dahası
ihtiyaç duydukları silahları Sırbistan’dan rahatlıkla temin eden Sırp paramiliter güçler için silah
ambargosonun hemen hemen hiç belirleyiciliği yoktu. Batı, açıkçası drama sadece
seyirci kalmıyor, yaşanan vahşeti kendi eliyle kolaylaştırmış oluyordu. Hatta,
Boşnakları silahsızlandırarak güvenliklerini garanti altına aldıkları bölgeleri
silahlı Sırp paramiliter milislere bırakmakta sakınca görmüyordu.
Srebrenitsa’daki soykırım bu alçaklığın bir eseridir. 500 yılın intikamını
alabilmek için gözü dönmüş saldırganların kabul edilmesi imkansız da olsa bu
vahşet için bir gerekçeleri vardı. Güvence altına aldıkları sivilleri bu
saldırganlara bırakan Hollandalı komutanların bu davranışı ise en basit
ifadesiyle alçaklık olarak tanımlanabilir.
Savaşın sonunu
getiren Dayton Anlaşması ise barıştan daha çok savaşan tarafların siyasî sınırlarla
bölünmesini getiriyordu. Tak parça bağımsız bir Bosna yerine, savaşan tarafları
beirgin sınırlarla bölen, etnik nefretin bu anlamda sınırlarla
yapısallaştırıldığı, siyasî yönden istikrarsız bir entite yaratıyordu.
Bosna’nın bu
barışı ise 33 ülkeye ait 7000 kişilik EUFOR – AB Gücü’ne emanet. AB üyesi
olmamasına akrşın Türkiye de bu güç içinde yer alıyor. “Yeni Osmanlı”
sevdasındaki Türkiye bu emperyalist gücün içinde yer almaya o kadar hevesli ki,
geçtiğimiz aylarda Almanya masrafları öne sürerek Alman askeri sayısını
azaltmak isteyince Türkiye Alman askerleri yerine Türk askeri gönderebileceğini
belirtti. Almanya da içmeye ayranı olmayan Türkiye’nin “tahteravalliyle
gideceği sefer” karşısında geri adım attı. Bosna’nın ortasında yabancı
unsurlara ait askeri gücün yanısıra, ülke siyasî olarak da aynı yabancı unsura
bağımlı. Bosna’yı AB tarafından atanan “Yüksek Temsilci” yönetiyor diyebiliriz.
Üstün yetkilerle donatılan Yüksek Temsilci cumhurbaşkanını değiştirme yetkisine
bile sahip. Bu yapının sömürgeden ne farkı var?
Bosna’yı AB
ülkelerinden gelen “yardımsever” STÖ’lerin çepeçevre sardıklarını belirtmemize
de gerek yok sanırım.
Elbette ki
sömürgeciler, askeri ve siyasî anlamda ellerine geçirdikleri ülkelerde
komprador unsurlar da bulabiliyor. Adını koyalım: Her ülkenin burjuvazisi
işgalci kuvvetlerle işbirliği yapmaya yatkındır. Bosna’da da farklı bir durum
söz konusu değil. Savaştan bu yana Bosna siyasetinde milliyetçilik hâlâ
belirleyici bir vektör. Bu anlamda sınıflar da henüz yerine oturmuş değil. Tek
istisna burjuvazi. Bosna’da işçi sınıfı Bir Mayıs’ta eski alışkanlıklarını
devam ettirerek bu günü piknik, eğlenme, tatil günü olarak kullanıyor. Ama
Bosna’nın komprador burjuvazisi yerini bulmuş hatta yerini sağlamlaştırmış
vaziyette. AB tarafından Bosna’ya dayatılan askeri, siyasî ve iktisadî işgal
umurlarında değil. Anahtar kelime AB’ye üyelik. Slovenya yedi senedir AB üyesi.
Hırvatistan Temmuz 2013’te tam üye olacak. Yakın zamanda Sırbistan’a da üyelik
için tarih verilecek. Kosova, Makedonya ve Bosna ise AB için üyelik tarihi
verilmemiş üç ülke. Şu rastlantıya bakın ki her üç ülkede de AB askeri gücü
var! Her üç ülkede de iktidardakiler ve hatta muhaleffetekilerin anlaştığı en
önemli konu AB üyeliği veya en azından mümkün olduğunca AB’ye yakın olmak. AB
ise bu fırsatı çok iyi değerlendiriyor. Bölgedeki hakimiyeti zayıfladığı anda örneğin
Schengen vizesindenmuaf tutma gibi siyasî manevralarla yerini yeniden
sağlamlaştıryor. AB’nin bu “hediyeleri” ise işbirlikçi hükümetler tarfından
havai fişek gösterileriyle kutlanıyor.
Hikâye çok mu
tanıdık geldi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder