(Yazının orijinali 29 Aralık 2013 tarihinde yayınlanmıştır)
Bir süredir BDP
çevresinde “özyönetim” kavramı sıklıkla kullanılmaya başlandı. Kavram,
özellikle yerel seçimlerin yaklaşmasıyla ön planda kendisine daha çok yer
açıyor gibi. Evvelki gün il ve ilçe belediye başkan adaylarını açıklayan BDP eş
başkanı Selahattin Demirtaş özyönetimle yeni bir toplumsal sistem kuracaklarını
belirtti. (1)
“Özyönetim” kavramı yeni
yeni kullanılmaya başlanmadı. Bu yılın başında Şerafettin Elçi de Kürtlerin
kendi bölgelerinde “özyönetime kavuşmaları”ndan bahsetmişti. (2) Ondan önce
Kemal Burkay “özyönetim” talebinin AKP’ye oy veren Kürtler tarafından bile
istenilen bir şey olduğunu açıklayarak “özyönetim” Kürt hareketindeki bütün
aktörler tarafından sahiplenildiğini ifade ediyordu. (3) Geçtiğimiz Temmuz
ayında Rojavada’ki gelişmelerle birlikte özyönetim kavramı Kürt hareketi
tarafından daha da sıklıkla telaffuz edilmeye başlandı. Aysel Tuğluk, Özgür
Gündem’de 27 Temmuz 2013 tarihinde yayınlanan “Batı Kürdistan’da Demokratik
Özyönetim Devrimi” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “19-22 Temmuz tarihleri
arasında Batı Kürdistan’da Kobani, Afrin, Dîrka Hamko ve Amude’de Kürtler,
demokratik özyönetim pratiğini hayata geçirmeye başladıklarını ilan ettiler!”
27 Aralık’ta BDP’li adayların açıklandığı toplantı sonrası “özyönetim” kavramının seçim sürecinde daha da sık kullanılacağı görülüyor.
27 Aralık’ta BDP’li adayların açıklandığı toplantı sonrası “özyönetim” kavramının seçim sürecinde daha da sık kullanılacağı görülüyor.
Kavramın tanımının çok
net olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Hatta kavramın tanımının ortada
olmadığını da ilave etmemiz gerekiyor. Van’da yayınlanan, anarşist çizgide
yayın yapan Qijike Reş dergisinde “Yalıtılmışlık, Özyönetim ve Doğrudan
Demokrasi” başlıklı yazıda özyönetimin tanımı şu şekilde yapılmış: Özyönetim, belirli bir coğrafyada
yaşayanların, üzerinde yaşadıkları alanda ‘özerk’, ‘bağımsız’ bir işleyişe,
‘idare’ye sahip olma idealini betimler. Buradaki anlamıyla merkezi bir idarenin
‘dış’ ilişkilerini belirlemesine de göz yumabilir. BDP’nin ‘demokratik
özerklik’ talebi de bu kapsamda düşünülebilir.” (4)
Özyönetim genel
olarak kuramsal tartışmalarda kendisine fazla yer bulmayan ama kullanımında
atışın serbest olduğu bir kavram. Örneğin, 9 Nisan 2006 tarihinde kabul edilen
ÖDP parti tüzüğünde ÖDP’nin özyönetimci bir sosyalizm doğrultusunda hareket
ettiği belirtilmiş.
Kavram özellikle
1970’lerde oldukça popülerdi. Yugoslavya pratiğinin en parlak yıllarında
komünizm kavramından pek de hazzetmeyen, Leninist parti denilince tüyleri diken
diken olan solcuların en çok rağbet ettiği kavramlardan biriydi. Yugoslav
modelinin iflas ettiği sürecin sonuna varmadan sadece bir kaç yıl önce
özyönetim modeli üzerine bir makale yazan Uğur Mumcu, şöyle buyurmuştu:
“Leninizme, yani “Sovyet Marksizmi”ne karşı olmak “anti-Marksistlik” anlamına
gelmez; gerek Titoizm, gerekse Avrupa komünizmi Marksist ideoloji ile ayak
bağlarını kesmiş değildir.” (Cumhuriyet, 18 Ekim 1984) Oysa o yıllarda başta
Miloseviç olmak üzere, Yugoslavya Komünistler Ligi’ninin oyuncularının
Marksizmle ayak bağlarını ne derecede kesmiş oldukları bugün daha iyi
biliniyor.
Bu bağı kesen
bıçak “milliyetçilik”se, bugün bilinmektedir ki bu bıçağa çifte su veren ise
“özyönetim” teranesinden başka bir şey değildir.
BDP’nin
özyönetimi nasıl tanımladığı, nasıl imgeledeği meçhul. Muhtemelen seçim
sürecinde detaylar ortaya çıkacaktır.
Fakat, özyönetim kavramının siyasî pratikle buluştuğu en önemli sacayaklarından birisi olan Yugoslavya’da, kavramın nasıl tanımlandığı ve uygulandığı konusuyla ilgili olarak bir kapı aralamak gerekiyor.
Fakat, özyönetim kavramının siyasî pratikle buluştuğu en önemli sacayaklarından birisi olan Yugoslavya’da, kavramın nasıl tanımlandığı ve uygulandığı konusuyla ilgili olarak bir kapı aralamak gerekiyor.
Özyönetim Dünya
üzerindeki farklı şekillerde uygulana gelmiş, daha çok anarşist harekete
atfedilen bir kavram olarak bilinir. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde,
biraz da Batı’nın daha yumuşak bir yaklaşım sergilemesinden dolayı SSCB ile
ilişkileri önce gerilen ve sonrasında tamamen kopan Yugoslavya, bu ilişkilerin
kopması sonucunda SSCB’den aldığı teknik desteği kaybetmişti. O yıllarda
Yugoslavya ciddi anlamda bir tarım ülkesiydi ve gerçekleştirmek istediği
iktisadî atılım için gerekli altyapısı ancak dışarıdan bir destekle mümkün
olabilirdi.
YKP’nin önde gelen isimlerinden Milovan Djilas’ın çerçevesini çizdiği “özyönetim” modeli 1950 yılında Yugoslavya’da iktisadî kalkınmanın modeli olarak kabul edildi. SSCB modeline göre örgütlenen üretim tesislerindeki direktörleri bundan böyle tesislerde çalışan işçiler seçecekti. Kuşkusuz, kulağa hoş geliyordu. Öte yandan, işçilerin yönetime dolaysız etkide bulundukları bu sistem beraberinde birçok sorunu getiriyordu.
YKP’nin önde gelen isimlerinden Milovan Djilas’ın çerçevesini çizdiği “özyönetim” modeli 1950 yılında Yugoslavya’da iktisadî kalkınmanın modeli olarak kabul edildi. SSCB modeline göre örgütlenen üretim tesislerindeki direktörleri bundan böyle tesislerde çalışan işçiler seçecekti. Kuşkusuz, kulağa hoş geliyordu. Öte yandan, işçilerin yönetime dolaysız etkide bulundukları bu sistem beraberinde birçok sorunu getiriyordu.
Öncelikli olarak
her ne kadar işçilerin direk katılımını öngörse de, sistemin “işçi sınıfını”
içselleştirebildiğine ilişkin bir sorun her zaman vardı. Dahası, feodal
ilişkilerin bile tam olarak çözülemediği ve Yugoslavya’da nüfusun ve üretimin
önemli bir kısmını oluşturan tarımsal işletmelerde durum daha da
çetrefilleşiyordu. Özyönetim ilkesine göre atanan ve görevine vakıf olamayan,
kısmen “işçi” kökenli olan direktörler zamanla ya teknokratlara dönüştü, ya da
bu işletmelerin başına dışarıdan (tercihen Batı’da işletme eğitimi almış) teknokratlar
atanmaya başlandı. Zaten daha öncesinde ismi “parti”den “lig”e dönüşmüş olan
Yugoslav Komünistler Birliği ise, üretim hedeflerine ulaşmaları kaydıyla,
üretilen değerin tabana nasıl dağıtıldığı sorunuyla pek de ilgilenmiyordu.
Çarpıcı bir
örneği Bosna-Hersek’ten verebiliriz. Batı Bosna’da, Bihaç yakınlarındaki Velika
Kladuşa’daki “Agrokomerc” devlet çiftliği başına geçen Fikret Abdiç, 1970’li
yıllarda Agrokomerc’i sadece Bosna-Hersek’te değil, Yugoslavya çapında önemli
bir kombine gıda tesisi haline getirmeyi başarmıştı. Tek başına bir derebeyi
gibi davranmaya başlayan Abdiç o kadar güçlenmişti ki, Bosna Savaşı sırasında “Batı
Bosna Otonom Cumhuriyeti”ni ilan etmişti. Emrindeki silahlı güçler gerçekleştirdikleri
katliamlarla da bilinir.
Takip eden
yıllarda Yugoslavya’nın dört bir köşesinde Abdiç ve benzeri birçok direktör
türedi. Bu direktörlerin hemen hemen tamamı Yugoslavya’nın dağılışı sırasında
ya milliyetçi partilerin yönetiminde olmuşlardır, ya da iktisadî güçlerini bu
liderleri desteklemek için kullanmışlardır. Günümüz eski Yugoslav
Cumhuriyetleri’ndeki birçok iş adamı, Sosyalist Yugoslavya döneminde
“özyönetim” sistemi içinde “işçiler” tarafından seçilmiş eski direktörlerdir.
Bu direktörlerin “Marksist” iktisadî Saiklerle hareket etmedikleri ise bir
gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.
Dahası; o dönem
ayakkabı kutularının ne kadar işlevsel olduğu bilinmiyor, ama “özyönetimin malı
deniz, yemeyen keriz” anlayışının direktörlerce ne kadar sahiplenildiği
biliniyor.
Asıl büyük sorun
ise ulusal düzeyde ortaya çıktı. Sektörel avantajları kullanan bazı işletmeler
yüksek kâr oranıyla çalışırken, kâr oranı düşük işletmelerin göreli gelirleri
gittikçe düşmekteydi. Pazara ve ihracata yönelik üretim tesislerinin yoğunlaştığı
Slovenya’da göreli gelir birey başına artarken, tarımsal iktisadî yapının
kalkınmasını sağlamakta yetersiz kalan özyönetimin doğal sonucu olarak
Makedonya gibi tarımın ağırlıklı olduğu cumhuriyetlerde, ya da demir, kömür, elektrik
gibi ham madde kaynaklarına ve bu kaynakları işleyebilecek ağır sanayi
tesislerine sahip olmasına rağmen, pazara yönelik üretim yapmayan
Bosna-Hersek’te kişi başına nısbî gelir düşmekteydi.
SSCB’ye karşı
duruşu hasebiyle Batı’dan akan oluk oluk krediler sayesinde bu farklılık belli
ölçüde törpülenebiliyordu. SSCB’nin glasnost ve perestroyka ile Batı
liberalizmiyle anlaşma sinyalleri göndermesiyle birlikte Yugoslavya işlevini
yitirmişti. Kredilerin geri ödeme tarihi gelmişti. Nasıl ki 1980’lerin başı
Yugoslavya’nın en parlak, en zengin dönemiyse, 1980’lerin sonu da o kadar
karanlıktır. Üç haneli enflasyon rakamlarının,
yolsuzluk ve işsizliğin yoğun bir biçimde yaşandığı Yugoslavya’da, bir
önceki paragrafta değindiğimiz dinamikler sonucunda varsıllaşmış cumhuriyetler,
geri kalmış kardeşlerini uzun bir süredir yük olarak görüyordu. Miloseviç’in
iktidarı ve azgınlaşan Sırp milliyetçiliği en zengin iki cumhuriyet olan
Hırvatistan ve Slovenya’nın ayrılmaları için geçerli bir bahaneydi.
İkinci Dünya
Savaşı sonrası SSCB’ye kıyasla çok daha şirin bir ülke olarak görülen, üstelik
sözde direk işçi sınıfının yönetime katıldığı bir imge yaratan “özyönetim”
sisteminin gerek cumhuriyetler özelindeki yerel bazda, gerekse de Yugoslavya
düzeyinde ulusal bazda yarattığı sonuç ortada.
Bugün Rojava
süreciyle daha sık konuşulmaya başlanan ve üç ay sonraki yerel seçimlerden önce
BDP’nin açıktan açığa telaffuz ettiği “özyönetim”in iktisadî veya siyasî bağlamda
içinin neyle doldurulacağı ise henüz bir soru işareti.
(1)
Özgür Gündem,
27 Aralık 2013 (Manşet haberi)
(3)
http://www.dengeagiri.com/haber/2698/burkay-kurtlerin-hepsi-anadilde-egitim-ve-ozyonetim-ister.html
dirimozkan@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder