(Yazının orijinali 25 Şubat 2012 tarihinde yayınlanmıştır)
BALKANLARI ANLAMAK 2: BALKANLARI TAHAYYÜL
ETMEK
Bir önceki “Balkanları
Anlamak” başlıklı yazımızda Türkiyeli solcuların Balkanları anlama nedenlerinin
neler olabileceği konusunda bazı çıkarımlar yapmıştık. Bunun tarihi ve güncel
gerekçelerini sunmaya çalışmıştık. Bu yazıda ise Balkanları anlamak için hangi
kaynakları kullanabileceğimiz sorusunun yanıtını vermeye çalışacağız.
Yazının başlığı, bu
satırların yazarının Balkanları anlayabilmek için el kitabı olarak gördüğü bir
eserin başlığıdır. Bulgaristan kökenli tarihçi Maria Todorova’nın “Balkanları
Tahayyül Etmek” (Imagining the Balkans) başlıklı
eseri, Balkanlar’ın zaman ve mekân içinde nasıl kurgulandığını, Balkanlar’la
ilgili olarak nasıl bir imge yaratıldığını gözler önüne serer. Ne var ki
Todorova Balkanlar’ı sınıf mücadelesinin dışında salt bir “kültürel alan”
olarak görür. Balkanlar’la ilgili olarak bir çözüm yolu, bir proje ortaya sermese
de, en azından Balkan halklarına yutturulmaya çalışılan projelerin içeriği ve
kültürel-ideolojik altyapısının hangi saiklerle oluştuğuyla ilgili önemli ipuçları
verir. Bu anlamda Balkanlar’a ilgi duyan veya “Balkanlar’a zorunlu olanlara”
çok iyi bir kaynak sunmaktadır.
Balkanlar, coğrafî bir
bölge olarak sorunludur. Sorun en başta Balkanlar’ın tanımında yatmaktadır.
Balkanlar neresidir? Bu soruya yanıt vermek oldukça güç. Yanıttaki güçlüklerden
birisi “yarımada” mefhumunun tanım güçlüğünde yatar. Çoğu zaman yarımadanın
kara bağlantısının İber yarımadası ya da Mora yarımadası gibi keskin bir
çizgiyle sabitlenemediği durumlarda yarımadanın coğrafî sınırlarını belirlemek
güçtür. İşin içine tarihî ve hatta siyasî veriler de girince, bu güçlük içinden
çıkılmaz bir hal almaktadır. Kimi tarihçiler, coğrafyacılar, siyaset bilimciler,
hatta sosyologlar bazı ülkeleri Balkanlar’a dâhil ederken, kimileri de bu
ülkeleri dışarıda bırakır. Örneğin Macaristan, Romanya, Slovenya hatta
Hırvatistan’ın bazı kesimlerinin ne kadar “Balkanlı” olduğu her zaman soru
işaretidir. Ülkelerin Balkanlar’a ne kadar dahil olduğunu coğrafî verilerden
çok, tarihî ve siyasi konjonktür belirlemektedir.
Siyasî ve tarihî
konjonktür, Balkanlar’ın tanımlanmasında, hatta kurgulanmasında coğrafî
verilerin önüne geçer. Bu bağlamda en sorunlu kurgu ve tanım “Balkanlaşma” (Balkanization) terimiyle ortaya çıkar.
“Balkanlar” tanımının muğlâklığına rağmen, “Balkanlaşma” kavramının içeriği çok
açıktır. Parçalanmışlığa vurgu yapan Balkanist söylem halklarının sürekli
olarak birbirini kırdığı bir coğrafya olarak imgelenir. Halbûki tarihi bir
dilimlendirmeye gitmemiz gerekirse, Osmanlı öncesi Balkanlar’daki savaşların
aynı dönemde Avrupa’da gerçekleşen savaşlardan daha vahşi ve kıyıcı olduğunu
kimse iddia edemez. Pax Ottomana’nın
–en azından kanın akmadığı bir dönem olarak- göreceli bir barış ve sükûnet
ortamı sağladığını inkar edemeyiz. Balkanist kurgu esas olarak 1878-1918
arasındaki kırk yıllık dönemde Balkanlar’da yaşanan savaşlara ve karışıklıklara
atıfta bulunur. Bu zaman dilimi, aynı zamanda Batı’nın Balkanlar’la tanıştığı
bir dönemdir ve ne ilginçtir ki Batı’nın “vahşi” olarak tanımladığı coğrafyalar
tarihinin en kanlı günlerini Batı’nın önce sömürgecilikle, sonrasında da
emperyalist işgal mekanizmasıyla tanıştığı dönemlerdir.
Bir bölgeye müdahale
ediyorsunuz, bu müdahale sonucunda kan gövdeyi götürüyor ve siz de kalkıp bu
kanı bölgedeki tarihî, etnik ilişkilere bağlıyorsunuz... Çoğu kez, farklı
coğrafyalara işaret etse de Batı’nın, emperyalizmin oryantalist söylemi bu
dizgede gerçekleşmektedir. Orta Doğu, Afrika ve Balkanlar bu anlamda
emperyalist söylem tarafından sürekli olarak şiddetin ve savaşların hüküm
sürdüğü coğrafyalar olarak kurgulanır.
Balkanlar, “Balkanlaşma”
terimiyle birlikte anılmaktadır. Ne ilginçtir ki, “Balkanlaşma” terimi ilk
olarak İngilizce dilinde türetilmiştir.
Bu bağlamda Batı
literaratüründe Balkanlar çoğu zaman bu bakış açısı doğrultusunda
değerlendirilmektedir. Nesnellik iddiasını taşıyan eserler bile Balkanlar’ı
sadece “halklar mozaiği” olarak görmenin ötesine gidememekte, Balkanlar’da ethnostan farklı dinamikler görmekte
sıkıntılar yaşamaktadır. Nesnellik iddiası taşıyan, hatta Balkanlar’ı kayırmaya
gayret eden eserlerde bile ethnosun
sarkastik ve dramatik kurgusu karşımıza çıkar. Kusturica’nın filmleri bunun
tipik bir örneğidir. Durağan, tutarlı, “normal” olanın karşısında Balkanlaşmış,
kaotik, tutarsız, “anormal” bir dramatik kurgu, bu coğrafyanın olağan kurgusu
olarak yutturulmaya çalışılır.
Şu halde, Balkanlar’ı
emperyalist kurgu ve bu kurgunun tamamlayıcısı olarak oryantalist ya da
Balkanist söylemin dışında kavramsallaştıran, inceleyen, kurgulayan ya da
anlatan kaynaklar nelerdir sorusu önümüze geliyor. Ne yazık ki bu sorunun
yanıtını vermek oldukça güç. Türkiye’de Balkanlar ile ilgili yazılanlar,
çizilenler, sunulanlar ya çeviridir ya da dincilerin romantik hayallerini
yansıtan zırvalardır. Sadece akademik yayınlardan bahsetmiyoruz. Örneğin, haber
kaynaklarında bile böylesi bir sınırlama vardır. Balkanlardan aldığımız
bilgiler ya Reuters, El Cezire gibi “sahibinin sesi” haber ajanslarının, ya da
CHA hatta TRT gibi F-tipi yerli ajanslarının haberleridir. Birinden hangi
ülkede yine etnik karışıklık çıktığının haberini alırız, öbürü de atalarımızın
yüzyıllarca önce yaptığı bir eserin T.C. desteğiyle restorasyonunu iletir
sadece. Akademik yayınlarda da farklı değildir.
Benzer bir biçimde, Batı
kaynaklı eserlerde Balkanlar etnik bir çatışma imgesinin ötesinde kurgulanmaz.
Yerli kaynaklarda ise Balkanlar’da Türk veya Osmanlı etkisi incelenir ya da
örneğin Balkan masalları incelenirken bile bir şekilde eserin yarısından çoğu
Osmanlı etkisine ayrılmıştır.
İnkâr etmiyoruz. Maria
Todorova’nın da işaret ettiği gibi coğrafyaya bizzat ismini veren Türkler,
Balkanlar’ın en önemli kültürel bileşenlerindendir. Fakat şovenist tarih veya
folklor yazıcılığının ne siyasî ne de bilimsel anlamda katabileceği fazla bir
şey olmadığı gibi, götürdüğü de çok şey var. Başka bir yazıda değinmeye
çalışacağım ama Balkanlar’a son on beş yılda –özellikle cemaat bağlantısıyla-
gelip yerleşen ve yukarıda çizdiğimiz çerçevenin kalıpları içinde, Türk-İslam
şovenizmiyle böbürlenen Türklere karşı artan bir antipatiden bahsedebiliriz.
Elbette ki, yolsuzluk sıralamasında diplerde gezinen bir ülke yaratan Alija
İzzetbegoviç’in mezarından bir tutam toprağı din tüccarı, hortumcu Erbakan’ın
mezarına getirenler de var. Nitekim, Türk televizyonlarını izleyenler Bosna’nın
tamamının bu din bezirganlarından oluştuğunu zannedebilir. Fakat öyle değil. Bu
konuya daha sonra değineceğiz.
Bu iki odağın dışında
Balkanlar’la ilgili olarak çok az kaynak gösterebiliyoruz. Bu yazının başında
da belirtildiği gibi, başlangıç için, yani “Balkanlar’ı anlamaya giriş” için
Maria Todora’nın “Balkanlar’ı Tahayyül Etmek” başlıklı eserini tavsiye
ediyoruz. (İletişim Yayınları)
Türkçe özgün
eserlerde Tanıl Bora’nın yeni baskısı olmayan “Bosna-Hersek: Yeni Dünya
Düzeni’nin Av Sahası” ve “Yugoslavya: Milliyetçiliğin Provokasyonu” kitapları
önemli birer kaynak. Her ikisi de Birikim Yayınları’ndan çıkmış. Her ne kadar “yerel” kaynaklar yönünden zayıf kalsa da, Almanca ve İngilizce kaynak
seçiminde çok titiz davranılmış ve savaşta masum-günahkar ayrımı yapma derdine
girmeden olan biteni açıklığıyla ortaya sermeye çalışan iki eser. Henüz
çatışmalar devam ederken 1994 yılında yayınlanan bu iki eser, Bosna Savaşı ve
Yugoslavya’nın dağılışıyla ilgili çözümlemelerin tutarlılığı ve gerçekliği ile
dikkati çekiyor. Öyle ki, savaştan on yıl, on beş yıl sonra yazılmış birçok
kitap bile Bosna ve Yugoslavya konularında bu tutarlılığı yakalamakta
zorlanıyor.
Bu yazıda, Yugoslavya
hakkında tavsiye edilen birçok kitabın özel olarak “Bosna” üzerine yazılmış
olduğu görülür. Bunun üç nedeni var: Birincisi, Tanıl Bora’nın da ifade ettiği
gibi “Bosna Yugoslavya’nın bir özetidir.” Farklı kültürlerin bir araya yaşaması
üzerine tasarlanmış Yugoslavya’da bu bağlamda model bir coğrafyadır. Bu
nedenden ötürü Bosna üzerine yazmak, Yugoslavya üzerine yazmak demektir bir
anlamda. Bosna’da yaşanan savaş ve devam eden siyasi istikrarsızlık da
Bosna’nın sadece Yugoslavya’da değil, Balkanlar’da sürekli göz önünde olması
sonucunu çıkarmaktadır. Bu da ikinci nedenimiz. Üçüncü neden ise tamamen öznel
koşullara dayanıyor. Bu satırların yazarı Bosna-Hersek’te ikamet etmektedir.
Belki Yugoslavya
sorununun tamamına ışık tutmaya yaramayacak ama Bosna tarihi için çok zengin
bir eser olarak kabul edebileceğimiz Aydın Babuna’nın Tarih Vakfı yayınlarından
çıkan “Bir Ulusun Doğuşu: Geçmişten Günümüze Boşnaklar” kitabı gerçekten
bilimsel ve zengin bir inceleme olarak karşımıza çıkıyor. Hatta belki Om
yayınları tarafından dilimize kazandırılan Noel Malcolm’un “Bosna’nın Kısa
Tarihi” başlıklı kitabından bile daha iyi denilebilir, ki Malcolm’un kitabı
akademik camiada Bosna hakkındaki en ciddi eser olarak bilinir.
İngilizce
okuyabilenlere Ivan Lovrenoviç’in “Bosnia. A Cultural History” ve Francine
Friedman’ın “The Bosnian Muslims: Denial of a Nation” başlıklı kitapları da
tavsiye edilebilir. Bu kitaplardan ilki ODTÜ Kütüphanesi’nde, ikincisi Koç
Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunabilir.
Balkanlar’ın güncel
diplomatik durumu için ise Şule Kut’un Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan “Balkanlar’da Kimlik ve Egemenlik” kitabı
önemli bir çalışma.
Bağlam Yayınlarının
çevirip yayınladığı Diana Johnstone’un “Ahmakların Seferi: Yugoslavya, NATO ve
Batının Aldatmacaları” başlıklı eser, emperyalizmin Balkanlar’daki iç yüzünü
göstermekte başarılı bir eser. Fakat emperyalizmin kirli çamaşırlarını ortaya
dökerken emperyalizmle sadece retorik bir hesaplaşma içine giren, bunun dışında
sınıf düşmanı ve dahası azgın bir milliyetçilikle Yugoslavya’nın çözülüşünde
önemli bir rol oynayan Miloseviç yönetimini birçok günah ve suçtan “muaf”
tutmuş.
Eğer, mevzunun
“akademik yönüne pek girmek istemiyorsanız” ya da edebi yönüyle daha çok
ilgileniyorsanız, başlangıç için İvo Andriç’in “Drina Köprüsü”yle
başlayabilirsiniz. Andriç’in “Ömer Paşa”sı da çok zengin bir roman. Biraz
Osmanlı karşıtı söylem barındırdığı için bizde pek sevilmez. Bu iki kitap da
İletişim yayınlarından çıkmış. Biraz daha güncel edebiyat okumak istiyorsanız,
her ikisi de kısa öykülerden oluşan Miljenko Jergoviç’in “Sarajevo Marlboro”
(İletişim Yayınları) ve Aleksandar Hemon’un “Bruno’nun Sorusu” (Everest
Yayınları) okuması keyifli iki kitap olarak karşımıza çıkıyor.
dirimozkan@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder