(Yazının orijinali 11 Şubat 2012 tarihinde yayınlanmıştır)
SoL Portal’da “Yugoslavya
Yazıları”nı yayınlanmaya başlayalı tam bir sene oldu. 12 Şubat 2010 tarihînde “Neden
Yugoslavya Yazıları” başlıklı yazıyla başlayan süreçte on sekiz Yugoslavya yazısı
SoL okurlarıyla buluştu. İki haftada bir Cumartesi günleri bu köşede yer alan
Yugoslavya Yazıları kimi zaman aksamalara uğradıysa da, bir şekilde bir senedir
SoL okuyucularına eski Yugoslavya’ya farklı bir bakış açısıyla bakmalarını
sağlayacak bir kaynak oluşturmaya çalıştı. Dahası, ulusal ya da uluslararası
haber ajanslarının sayfalarına “düşmeyen”, dolaysız olarak Balkan
kaynaklarından elde edilen haberlerle SoL okuyucularını buluşturma uğraşımız da
sanırım farkedilmiştir.
Bu uğraşı devam edecek.
En büyük sıkıntımız okurlardan geri dönüşün olmaması. Yazı konularının
belirlenmesinde okurların ilgi alanları, merak ettikleri, öğrenmek istedikleri,
sordukları sorular önemli bir belirleyicidir. “Yugoslavya Yazıları” için
okurdan gelen geri dönüşlerin yetersiz olduğunu söyleyebiliriz. Bir şekilde
buraya yazılacak konular tamamıyla ya gündem tarafından, ya da yazarın keyfince
belirlenmektedir.
Önümüzdeki üç yazıyı
“Balkanlar’ı Anlamak”a ayırdık. Dünyanın siyasî ve kültürel olarak eşsiz
coğrafyalarından biri olan Balkanlar’ı anlamak, daha doğrusu anlamlandırmak
bizim için önemli bir sorun. “Biz” derken üç özneyi kastediyoruz: Genel
anlamıyla Marksistleri, daha dar anlamıyla Balkanlı sosyalistleri ve en özel
anlamıyla Türkiyeli solcuları. Balkanlar’ı anlamak, kuşkusuz üç ayrı yazıda
çözümlenebilecek bir sorun değil. Bu üç yazının “Balkanlar’ı Anlamaya Giriş”
olarak düşünülmesi gerekir. Bazı konular hakkında ipuçlarının verildiği üç yazı
olarak düşünülmesi gerekir.
Üç yazının birincisinin
konusu “Balkanları Neden Anlamalı?”.
Marksistler, uluslararası
siyaseti sadece birbirlerinin evlatlarına kirvelik yapan, yeri geldiğinde
uluslararası toplantılarda birbirlerine kabadayılık yapan siyasetçilerin ağız
dalaşı olarak ya da başka bir halkı daha fazla sömürmenin telaşı olarak
algılamazlar. Uluslararası işçi mücadelesinin farklı kültürel coğrafyalarda
biçimlenişinin verisi olarak algılarlar. Bu anlamda, Balkanlar sadece sanat ve
sporda değil, siyasette de çok özgün oluşumlara sahne olmuş, çok farklı
sınıfsal ilişkilere sahne olmuş bir coğrafyadır. Balkanlar’ı anlamak, Enver
Hoca’yı, Tito’yu ya da Dimitrov’u anlamanın da yolunu açar. Bu deneyimlerden
gerekli derslerin alınmasının da yolunu açar.
Türkiyeli solcular için
Balkanlar’ı anlamanın başka gerekçeleri de var. Türkiyeli solcular için
Balkanların hem güncel hem de tarihî önemi yadsınamaz. Balkanlar’ın Türkiye
modernizminin coğrafî çıkış noktası olması, başlı başına sol açısından
önemlidir. Balkanlar, özellikle de Makedonya, Birinci Cumhuriyet’in kurucu
sınıfı, kentli askeri burjuvazinin beşiği olmuştur. 1923’te kurulan Cumhuriyet
’in kadrolarının önemli bir kısmının Balkan kökenli olduğu bilinir. Fakat,
Osmanlı mirasını silmek isteyen Cumhuriyet’in yeni elitleri bu kökenlerini
reddedemeseler de, görmezden gelme yoluna gitmiştir. 1950’li yıllarla başlayan ülke
yönetimindeki sınıfsal değişim, yani kentli-askeri burjuvazinin yerini kır
kökenli küçük burjuvaziye devretmesi aslen yeni Milenyum’da iyice yerine
oturdu. Bu dönemde Balkanlar algısı da değişikliğe uğradı.Sadece Cumhuriyetçi
bir imgeye sahip olmaktan öte, Batılı ve hatta “orta sınıf muhalifliği”nin
bayraktarlığını yapan özneyi içinden çıkardı. Göçmen kökenli vatandaşlarımızın
yaşadığı bölgelerde bu öznenin seçim sandığındaki yansıması görülebilir.
Elbette ki, Balkanlar’ın
Cumhuriyet ideolojisinin oluşmasındaki en önemli vektör olduğunu kimse idda
edemez. Fakat, çoğunlukla göz ardı edilen bir etken olduğu da bilinir. Bu
bağlamda, yeniden ele alınması, dikkate alınması gereklidir. İlginçtir,
ülkemizde Balkanlar ve Cumhuriyet arasındaki ilişkiyi inceleyen
akademisyenlerin sayısı oldukça azdır. Öte yandan, Cumhuriyet’in tarihî ve
ideolojisi ile ilfgili kapsamlı ve önemli çalışmalara imza atmış Feroz Ahmad,
Eric Jan Zürcher gibi siyasî tarihçilerin eserlerinde Balkanlar ve Cumhuriyet
ideolojisi ilişkisi daha çok yer alır.
Balkanlar sadece
Cumhuriyet’in ilk kadrolarını değil, ilk muhalif öznelerin de yetiştiği önemli
bir coğrafyadır. Dr. Şefik Hüsnü, Nazım Hikmet, Sabiha Sertel, Hasan Ali,
Şevket Süreyya, Kerim Sadi Dr. Hikmet Kıvılcımlı aklımıza ilk gelen Balkan
kökenli solculardan. Balkanlar’daki yeni düşünceler sadece cumhuriyet
düşüncesiyle sınırlı değildir. Genelde Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan
akımların hepsi Balkanlar’daki entelektüel ortamda yansımasını buluyordu.
Kuşkusuz, Marksizm de sadece entelektüel bir etkinlik olarak değil,
Balkanlar’daki sinaî gelişim sonucunda olgunlaşan sınıf ilişkileri içinde de
yansımasını buluyordu. Balkanlar’ın Türkiye’den kopması, daha doğrusu,
Türkiye’nin sadece coğrafî olarak değil, ideolojik ve daha da önemlisi iktisadî
olarak kendini Balkanlar’dan koparması Türkiye Solu içinde de yansımasını
buluyordu. Sınıf hareketini “bölgecilik”ten muaf tutan Türkiye Sol hareketi bu
anlamda geçen süre içerisinde Balkanlar’dan iyiden iyiye kopmuştu.
Devrimci Demokrasi ve
sonrasında filizlenen Kürt ulusal hareketi, Türkiye Solu’nun “bölge” ilgisini
uzun süre Orta Doğu’ya odaklamasına neden olmuştur. Günümzüde de kısmen durum
böyledir. Sınıf hareketinin, ulusal hareketlerin gölgesinde ivme kazandığı
1970’li yıllardan bu yana Türkiye Solu önemli oranda Orta Doğu bazlı bir
siyasetin etkisi altında kalmıştır. Bu dinamik, sadece Balkanlar’ın değil
Kafkas ve Orta Asya coğrafyasının da Türkçü ve İslamcı siyasî odaklar
tarafından sömürülmesinin daha da kolay olmasına neden olmuştur. 1990’ların
güncel siyasî koşulları da bu duruma zemin oluşturmuştur.
Dahası, zulümden,
kıyımdan hatta soykırımdan kaçarak “anayurt”a sığınmış Türk (ya da Müslüman)
göçmenlerin kendilerini kabul eden, kucak açan devletle sıkıntılarının olması
pek de düşünülemezdi. Balkan göçmenleri devlete olan bağlılıklarını “kültürel”
ve siyasal” şükran duygularıyla değil, edindikleri sınıfsal yer ile
pekiştirdiler. Kalifiye, okur-yazar ve de en önemlisi “feodal” örüntülerden
uzak Balkan göçmenleri Cumhuriyetin yaratmak istediği orta ve üst-orta sınıf
için biçilmiş kaftandı. Balkan göçmenlerinin yeni, farklı kimliklere ihtiyacı
yoktu. Cumhuriyetin önlerine sürdüğü “Türk vatandaşı” kimliği üzerine oturduğu
sınıfsal temeliyle fazlasıyla tatmin edici bir kimlikti. Bu bağlamda “muhacir”
olmak unutulan, hatta uzak durulan bir kimlikti.
Fakat, gün oldu devran
döndü ve eskiden “küfür” olarak algılanan “muhacir” nitelemesi, şimdilerde
üstüne basa basa haykırılan bir kimliğe dönüşmeye başladı. Bosnalı, Kosovalı,
Makedonyalı, Deliormanlı, Dobrucalı göçmenler Batı illerimizde senelerdir
“tabela derneği” olmaktan öteye gidemeyen “Göçmen Dernekleri”ni
işlevselleştirmeye başlıyor. İktidar elitindeki değişiklikten dolayı
“hükümet”le aralarına soğukluk giren Balkan kökenliler ya daha çok
muhafazakarlaşmak, ya da daha çok milliyetçi olmak ikilemindeler. Halbuki,
feodal örüntüleri içinde barındırmayan göçmen kültürü muhafazakarlaşma
hamurunun mayasına hiç uygun değil. Bu mayayla pişen önemli bir kitleyi görmezden
gelemiyoruz, ama Balkan suyunun bu ekmeği pişirecek hamura uygun olmadığını da
biliyoruz.
“Suyun öte yanından”
gelmiş olmaları da milliyetçiliği ancak “şeklen” benimseyebilmelerini
doğuruyor. Irkçı-kafatasçı bir boyut mümkün değil. Artan muhafazakarlığa ve
gericiliğe karşı tepkilerini ise “diaspora” idealine sımsıkı bağlanarak
gerçekleştirebiliyorlar. Anavatanlarını yeniden keşfederek, kendi kültürlerini
yeniden keşfederek, daha fazla Boşnaklaşarak, Arnavutlaşarak, Üsküplüleşerek bu
kuşatmada sağ kalmayı başarmayı umuyorlar.
Türkiye Solu için
Balkanları anlamak bu noktada önemli bir görev haline dönüşüyor. Hükümetle,
muhafazakarlıkla derdi olanların kendilerini mikro kimliklere hapsetmelerine
göz yumamayız. Birinci Cumhuriyet’in kapılarını açtığı bu orta-sınıf giderek
proleterleşirken, lümpen öznelerin kucağına düşme tehlikesindeler. Bu dinamiğin
önünü kesmek sol bir siyasetle, bu özneleri anlayabilen, anlamaya çalışan sol
bir siyasetle mümkün. Balkanları anlamak bu bağlamda Türkiyeli solcular için
önem kazanıyor.
Bu noktada bir
soruyla karşı karşıya kalıyoruz: Balkanları anlamaya çalışırken, hangi
kaynakları kullanabilirz? İki hafta sonra da bu sorunun yanıtını bulabilmeye
çalışacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder